28 Kasım 2018 Çarşamba

Kendime Yeni Bir Ben Lazım

İlk ne zaman, nasıl karar verdim hatırlayamıyorum. Saçma geçen bir gün daha bitti düşüncesiyle yastığa başımı koyduğum gecelerden birisinde miydi? Gülümseyerek dinlediğim bir sohbetin ortasında aklımın çok uzaklarda takılı olduğunu fark ettiğim anda mı geçmişti aklımdan? Belki de gördüğüm rüyanın ne anlama geldiğine baktığım sabah kuvvetlenmişti bu fikir.. 

“Kişinin şansına rivayet edilir, şansınıza güveniniz ve risk almaktan çekinmeyiniz.” 

Çok inandığımdan değil de inanmaya ihtiyacım olduğundan belki bir işaret olarak yorumlamıştım rüya tabirini. Belki de çok uzun zamandır aklımın kuytu köşesindeydi ama ben onu görmezden geldim, evet evet görmezden geldim. Korkuyordum çünkü. Yeniden başladığımda bitirdiğimden daha kötü durumda olursam diye korkuyordum. Hala korkuyorum ama yapmak zorundayım. Denemeden bilemezsin diye savuşturmaya çalışıyorum endişelerimi. 

Denemek zorundayım. Çalıştığım işte devam etmem için tek bir motivasyonum yok. Yeni gelen iş teklifini değerlendirmeliyim. Zaten burada olabileceğim en üst pozisyona geldim, çalışma arkadaşlarımı da sevmiyorum, her gün sığlıklarında boğulmamak için verdiğim mücadeleden de bezdim. Böyle devam edemez, daha nereye kadar götürebileceğim. Yeni bir başlangıç, yeni insanlar iyi gelecektir. Tekrar yeni bir başlangıca ihtiyaç duyana kadar oyalayacaktır beni. Yapmalıyım. Böyle mutsuz devam etmemeliyim. Benim de buraya katabileceğim yeni bir şey kalmadı, gereğinden uzun bir ilişki oldu. Şu bıkkınlık olmasaydı aslında. Ama bıkkınlık var, korku da var. Buradaki gibi rahat olamazsam, pişman olursam. Ya başarılı bulmazlar da yol verirlerse. Çok kısa süre içinde iş bulma stresi çekmek de istemem.

Sonra başka bir şehir belki… Pek çok şehirde şubesi var nasılsa yeni yerin, oradaki aynı pozisyon için başvurabilirim. Bir yaştan sonra aileyle de olmuyor zaten, yeni bir şehir, yeni başlangıçlar. Bizim çocuklar da zaten ne zamandır buraya taşın diye ısrar edip duruyorlar, oradaki şubeye başlarım. Mutlu olduğum insanlarla olursam daha az yorar beni belki hayat. Sorular yok, açıklamalar yok.. Yoruldum bunlardan. Gerçi insan bazen konuşup anlatmak da istiyor, derdini anlatmak, sevincini anlatmak, kızgınlığını paylaşmak, fikir almak… Ama bıkkınlık var işte bıkkınlık olmasaydı yine idare edebilirdim. Zaten tartışmadan konuşabildiğimiz de yok hangi konuşmaktan bahsediyorum ki. Bahane bulma! Uzaklık en güzeli, hem özleriz biraz birbirimizi, her gün birbiriyle sürdürmeye çalıştığı ortak yaşantı bunaltıyor insanı.

Ama tabi daha iyi bir kazanca sahip olacak olsam da biraz daha sıkıntı da yaşayabilirim. Masraflar artacak çünkü. Mümkün mü ki? Ya daha kötü olursa vaz mı geçsem acaba? Başaramayıp geri dönmek, her gün ben sana demiştimlere maruz kalmak da var. O zaman katlanmak daha da zor olur. Sen bıkkınlık neymiş o zaman gör. Yok yok neden vazgeçiyorum ne kadar kötü olabilir, alışırım. Hepsine alışıyor insan. 

Sertap Erener de yıllar önce şarkısını yapmamış mıydı? Kendisine yeni bir Sertap lazımdı, bulabildi mi acaba. Bana da şans lazım Sertap, yeni bir hayat, yeni bir ben lazım. Ne diyorsun? 

Biraz zaman geçince yeniden yeni bir başlangıç ihtiyacı duyarım muhtemelen ama olsun bu başlangıç beni epeyce idare eder en azından. Başka bir şehir macerası, yeni bir ev, taşınma, yeni iş, yeni ortam alışana kadar zaten epey süre geçer. Sonrasına bakarız. Yeniden bıkkınlık duyana kadar bir kaç yıl geçer. Sonrasını birkaç yıl sonra düşünürüm. Yeter bu kukumav kuşu gibi haftalardır düşünüp durduğum, evet kararlıyım yeni bir sayfa açacağım ve bu saçma monotonluktan kurtaracağım kendimi.

Yeni bir ortam, yeni insanlar… Her söyledikleri batmayana kadar, her hareketlerine sinir olmayana kadar yeni yüzler... Bıkana kadar.

Yarın müsait bir arada yöneticimin odasına gidiyorum ve işi bırakmak istediğimi haber veriyorum, iş yerine gidince ilk işim istifamı yazmak olsun hatta. Ama önce evdekilerle konuşmalıyım, epeyce itiraz edecekler ama kulak asmamalıyım. Kararım kesin bu sefer, sağlam durmam gerek itirazlar karşısında. Yeni bir başlangıç yapacağım; nereden mi çıktı bu şimdi. Mutlu değilim derim, zorla değil sonuçta. Ben doğru bir karar olduğuna inanıyorum, yapacağım,yeni bir başlangıç yapacağım. İstifa edeceğim, başka bir şehre yerleşeceğim, yeni bir hayat kuracağım. Hele önce evdekilerle bir konuşayım da… Önce iş yerine haber vereyim de… Yapacağım.. Ne olacaksa olacak, başlamam lazım.

27 Kasım 2018 Salı

Bir Masalın Kahramanı Olmak



“Hepimiz kendi yazdığımız masalların kahramanı değil miyiz aslında?” diye yazdı kadın. Durdu. Ne yazacağını bilemiyordu, aklında kurduğu bir hikaye yoktu. Kelimelerin bir yerden sonra kendiliğinden parmaklarından akacağına inanıyordu yine de. 



“Bir masal kahramanı olmak isterdim," yazdı. "böylece tüm olağanüstülüklere ve imkansızlıklara rağmen sonunda mutlu olabilirdik." Olalım lütfen. "Bir masal kahramanı olabilmek için ilk önce bir masal bulup yerleşmeliydim içine. 



Rapunzel geldi aklıma. Kendisini duvarların arkasına saklayan ve sadece kendisi isterse dünyasına adım atabileceğin masal kahramanı. Şimdi aklından Rapunzel kendisi istememişti duvarların arasında yaşamayı; o, masaldaki kuleye hapsedilmişti, diye geçirebilirsin. Peki sence, kendimizi anlatamadığımız, anlaşılamadığımız, konuşamadığımız, sevemediğimiz sevilemediğimiz tüm o insanlar tarafından kendi kulelerimize kapanmaya mecbur kalmış, hapsolmuş durumda değil miyiz zaten? Ha cadı tarafından bir kuleye kapatılmışsın, ha etrafına görünmez duvarlar örmüşsün! Ne fark eder hapsolduktan sonra kendi içine? İşte ben duvarlarımın arasında mutlu olduğum bir sabah gördüm seni kulemin penceresinden. Bir şarkı tutturdum adı umut, istedim ki umut kulağından kalbine ulaştığında duvarlarımı aşıp yanıma gelmek iste. Duvarlarımın arkasından çıkmak istedim. Sen aşmak istemeliydin sadece, benim saçım ikimizi de mutlu etmeye yetecek kadar uzundu. Masallarda imkansız yoktur nasılsa bu da olmazsa başka bir yol bulur yıkardık aramızdaki duvarları. Zaten duvarlarım da, gerçekten aşmak isteyen birisi olduğunda ortadan kaldırabileceğim şekilde büyülenmişti. Denemedin bile… 



O zaman dedim Külkedisi olayım. Külkedisi olursam aramızdaki tüm ayrımlara, olamazlara rağmen varabilirdim baloya, bir sihirli değnek yeterdi ilgini çekebilmem için. Parıldadığımda gözün benden başkasını görmezdi, benden başka hakimiyet kurabilen olmazdı aklında. O zaman merak edebilirdin belki ben ne yapıyorum, neredeyim, mutlu muyum, üzgün müyüm, kızgın mıyım... Belki hep beni arardı gözlerin. Ama sonra Külkedisi olmaktan da vazgeçtim. Çünkü Külkedisi kendisi olduğu için sevilmemişti ki, kendisinden vazgeçip, değişip Sindirella olması gerekti. Oysa ben beni ben olduğum için sevmeni istedim, hayır aşk kırıntılarıyla doyabilen Külkedisi olmaya katlanamazdım. Ben tüm ilgin ile benim ol isterdim. Kırıntılar sanki lütfedilmiş bir iyilik gibi. Prens ayakkabıya o kadar takmıştı ki, ayakkabı olmadan kabullenemedi Külkedisi’ni.”



Kadın konuyu toparlaması gerektiğini hissediyor yine de uzatmadan nasıl toparlayacağını hala bilemiyordu. Anlatmak istediği başka masallar olduğunu hissediyordu, kelimeler pek akmasa da yazmaya devam etti.



“Kırmızı Başlıklı Kız gibi kaygılarımı doldurup sepete sokak sokak mutluluğu ararken kötü kalpli kurda mı sevdalandım peki ben? Tehlikenin farkındaydım aslında ilk andan beri, yine de kurdun cazibesine kaptırdım kendimi ve gözümün önünde olanı göremedim. Kırmızı Başlıklı’nın büyükannesinin yerine geçen kurdu fark edememesi gibi ben de bu tanımlayamadığım bağın beni sürüklediği yeri fark edemedim. Kurda kanmıştım bir kere. Kurt da zaten kendisinden bekleneni yaptı ve etrafta beni kurtarabilecek herhangi bir avcı yoktu.



Sonuç olarak hiç bir masalın içine yerleştiremedim kendimi. Kahramanının ben olduğum masalların alternatif sonlarını da kendi masalıma benzetip onların kahramanlarını da mutsuz ettim.



Rapunzel sonunda saçlarını kısacık kestirdi. Külkedisi kendisi ile Sindirella arasından hangisinin sevildiğinden emin olamadığı, ikisi de olamadığı hep çelişkide kaldığı için antidepresanlara bağımlı kaldı, Kırmızı Başlıklı Kız ise bir daha kimseye inanıp, güvenemediği için kendini astı.



En sonunda ne yapsam bu masalın mutlu sonla bitemeyeceğinin en başından belli olduğunu fark ettim. İçine yerleşebileceğim bir masal aramaktan vazgeçtim.



Ben karınca gibi senden gelen ne bulduysam yuvarlaya yuvarlaya büyütmüşken sen sadece gölgede bekleyip saz çalmışsın, geç oldu ama anladım. Şimdi taşlar yerli yerine oturunca, en ağır taşın hüsran olduğunu fark ediyorum.



Hayat masallardaki kadar basit değildi, bu yüzden bir masal kahramanı olamadığımı da fark ettim. Masalları bıraktım, gerçek hayata döndüm ve kendime ders olsun diye aşağıdaki iki paragrafı yazdım.



<<Bazen her şey çok kolay gibi gözükür, tıpkı masallardaki gibi hikayemizin sonunun mutlu biteceğine inanınırız. Mutlu bitmemesi için bir neden mi vardır zaten? Başlangıçta her şey heyecanlı gelir, yenidir çünkü, farklıdır, monotonluğun içinde bir hareket alanı bulmuşuzdur, hayatımıza sihirli bir değnek değmiştir. Kaptırırız kendimizi bu dalgaya, bir umut yeşertmeye başlarız. Ama masallarda bile büyü zamana ve koşullara hapsedilmiştir, Sindirella gece on ikiyi vurduğunda Külkedisi’ne dönüşür. Pinokyo ancak yalan söylemezse gerçek bir çocuk olabilir. İşte kendi yazdığımız masalda da bir zaman gelir büyü bozulur, heyecan azalır, imkansızlık arttıkça umut solmaya başlar, coşku yerini karamsarlığa bırakır. Masumiyet ve farklılıklar masallarda makbuldür, gerçek hayatta ise standart rağbet görür.



İşler bir kere yolunda gitmiyor gibi hissettikten sonra beklenilen sona doğru hızla ilerlenir. Tamamen kopmasına kadar birkaç ufak temas daha belki. Bazen bir peri yardıma çıkıp gelecek, hepsi kolayca çözülecek gibi gelir. Oysa gerçek hayatta sorunlarınla başbaşasındır. İnsanın kimyası farklıdır, hep yanıltır. Sanki birkaç sihirli söz, bir kaç ortak paylaşım daha, bir sarılış, bir gülüş, yüzyıllık uykudan uyandıracak bir öpücük her şeyi yoluna sokacak gibi durur. Ama sözler söylenmez, gülecek bir sebep, paylaşacak bir şey kalmamıştır ve en ihtiyacımız olmadığı o anda akıl yönetimi devralır ve bir masal daha sona erer…” >>



Kadın yazıyı burada bitirebileceğinde karar kıldı, pek bir şeye de benzememişti yazı gerçi. Kendi masalımda prenses olamadım bari dedi at olayım da bu yazıyı bırakıp tırıs halinde öyküyü terk edip gideyim diye düşündü ve paylaş butonuna basıp, sayfayı kapattı.

24 Haziran 2018 Pazar

Gödeli Mehmet

Kitap, yanlış saymadıysam, Memduh Şevket Esendal'ın 1910'lu yıllarda yazılmış (genellikle 1913) 15 öyküsünün toplandığı bir öykü kitabı.

Öykülerin kimisi iki sayfa, kimisi yirmi sayfayı geçmekte.

Yazarın Ayaşlı ile Kiracıları kitabını daha öncesinde okumuş ve beğenmiş olmakla birlikte maalesef öykülerini sevemedim. Elle tutulur 3-4 öykü ancak vardı kitapta. Diğerleri ya tam olarak ne anlatacağına karar veremediği, konusu tam belirli olmayan öyküler ki, bunları okurken ne anlatmaya çalışıyorsun diye sordum yazara sık sık, ya da öyküden ziyade anlık gözlemlerin kağıda dökülmesi gibiydi, olay görüş alanından çıktığı anda öykü de bitmiş çünkü. Sonu yarım kalmış hissi kitap boyunca beni takip etti.

Sevmediğim bir diğer şey ise yazarın cinsi münasebetle biraz bozmuş olmasıydı. Dönemine göre okumak gerekir diyecek olan okur sen bir dakika sus ve devam etmemi bekle. Cinsellik var diye hemen kötü diyorsunuz diyecek olan okur sana da bir çift lafım var, he canım biz cinsellik deyince kuduruyoruz, bağnazız biz lafını bile duymaya tahammülümüz yok haklısın, rahatladın mı? Öyleyse gel incelemeye devam edelim.

Sevgili nesini sevmedin ki anlat hele diyen okur kardeşlerim sizler için hemen açıklıyorum sebeplerimi.

Bu cinsel istek veya birisine arzu duymaktan ziyade biraz sapıkça bir tutumdu. Yani klasik "İstesem ben bunların hepsiyle yatarım, iki kur yapsam zaten onlar benim üstüme atlar, böyle de üstün meziyetli, marifetli bir erkeğim çünkü ben!" Türk erkeği tribinin (sözüm meclisten dışarı) kalem kağıtla hayat verilmiş hali gibiydi. Yani tam olarak şuydu diyemiyorum ama;

"Bu peynir ustası bayan hem genç, hem de beni coşturacak, başımı döndürecek, gözlerimi parlatacak kadar güzel kokuyor." 

Bu alıntıdaki durum örneğin kadın ile tanıştığı ilk dakikalarda ilk ilgilendiği şeylerden birisi oluyor, ya da

"Buraya kadar bayan ile birkaç söz de konuştuk. Adını sordum. <<Esin>> imiş. Soyadı da <<Salman.>> Kız imiş." 

Buradaki durum aynı kadına sorduğu ilk sorulardan birisi, yani kadınla ilgili kimdir, nedir, ne işle uğraşır gibi merak ettiği ilk şeylerden birisinin yanında kişi "kız" mı "kadın" mı olduğu!!? Bu etiketlerin ne anlamda kullanıldığını açık açık anlatmama gerek yok herhalde. SEVMEDİM! HOŞUMA GİTMEDİ BU KULLANIM!

Sonra kitabın en uzun öyküsü olan "Çamlıca'daki Konak" öyküsünde kim neden hikayeye sokulmuş, anlatılmak istenen neymiş bilemedim. Konak maşallah zaten Aşk-ı Memnu - Ziyagil konağı. :) Konağın kızı Besime sürekli gelen giden hamallara, uşaklara vs. yazılıyor, sonra olmuyor kapıda iki dakika bir postacı görüyor mesela ona halleniyor. :))) Neymiş kimmiş bir meraka düşüyor, bir taraftan da içten içe "Evleeneceeğğğğmm! Ev-le-neeccğğğ-ğğğeemm!" modunda ama ayran gönüllüğünden midir nedir evlenemiyor da bir türlü sonra siz nereye varacak bu hikayenin sonu derken pat diye bitiveriyor. Neyse ki öyküde sütçü yoktu.

"BESİME EVLENEBİLECEK Mİ!? NELER OLACAK!! BİR SONRAKİ KİTAPTA!! "

Tabi bir sonraki kitap falan yok öğrenemiyoruz. :)

Böyle işte... Sevdiklerim olmadı mı, oldu tabii.

Gödeli Mehmet, Baba Halil ve Yurda Dönüş öykülerini sevdim. Özellikle Yurda Dönüş kitabın en iyi öyküsüydü bence adamın saçma sapan kız mı kadın mı merakını saymazsak roman tadındaydı. Bu öykünün MŞE'nin yurt dışındaki elçilik görevlerinden birisinin bitimine doğru, doğu sınırlarımızdan girişinin öyküleştirilmiş anlatımı olabileceği yazılmış. Uzun süre yurt dışında kalmış bir adamın dönüşünde memleketinde kendisini yabancı hissettiği, her şeyin ona farklı ve değişmiş geldiği, ne bir kimseyi ne bir işi beğenmediği bir öyküydü ve yazım-anlatım olarak en başaralı olandı.

Son olarak kitapta eski kelime çok fazla var. Kitabın arkasına öykü öykü ayırarak bir sözlük iliştirmişler ama yine de okurken bu da biraz sıktı beni.

Yazar hakkındaki olumlu yargımı olumsuz yargıya dönüştüren bu kitaptan sonra bir daha ne zaman MŞE okurum bilemiyorum. Belki romanlarını denemeli yine konu hakkında bilgisi olan varsa tavsiyelere her zaman açığım.



Yüzyıllık Yalnızlık

Eğer Gabriel García Márquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okuduysanız kendinizi tebrik edebilirsiniz. Fakat durağan bir dili, çok karakteri ya da sonu nereye gittiği kestirilemeyen akışı sebebiyle değil, hayatınıza böyle enteresan bir sülalenin hikayesini bilerek devam edeceğiniz için. Yanında Marquez'in, adlandırmak dilinizin ucunda duran ama tam olarak ne olarak tanımlamanız gerektiğini kestiremediğiniz anlatımı da yanında promosyon olarak geliyor.



Çok karakterli bir kitap ama hepsi nakış nakış işlenmiş, hepsini o kadar özümsüyorsunuz ki bir süre sonra kendinizi aileden birisi gibi hissetmeye başlayıp, aile bireylerinin başına gelen her olayda sanki kendi ailenizden birisiymiş gibi hepsi için tek tek, ayrı ayrı üzülüyorsunuz. Sonlara doğru biraz bu hangi Aureliano'ydu oluyorsunuz ama bir şekilde hangisi olduğunu da anlıyorsunuz.

Kitap daha sonra olacakları başından söyleyip, başka konuya atlayıp, sırası gelince başında söylediği olaya detaylı bir şekilde değinen ilginç bir anlatıma sahip. Normalde spoiler pek çoğumuzu rahatsız eder ama Marquez bunu çok güzel yerleştirmiş, bu yüzden merakla spoiler verdiği yere gelmek için elimden bırakamadan okudum.

Kitaplarda başka kitaplar mı arıyorum yazarlar mı başka yazarlardan etkileniyor bilemiyorum ama geçtiğimiz ay okuduğumuz Sevgili Arsız Ölüm neredeyse Moconda'dan çıkma diyebilirim.

Atiye ve Ursula ruh ikizi olabilir ya da ben saçmalıyor olabilirim, ama köye arada bir hediyeler gelmesi ve köylünün ilk kez gördükleri eşyaları hayretle incelemesi "Melquiades karakteri Huvat'da yeniden can bulmaya çalışıyor olabilir mi?" sorusunu düşürdü aklıma. Şimdi bu kitabı Orhan Pamuk yazmış olsa hemen (ç)alıntı diye yaygara kopartılırdı ama neyse bu başka bir tartışmanın konusu, iyice dağıtmadan kitaba döneyim ben.

Çok sevdiğim bir arkadaşım bu kitap için yazdığı incelemesinde;

"Bu kitabı anlatmak için yüzyılımı bile sarf edebilirim. Ama aynı zamanda sadece 1 dakikamı da harcayabilirim. İşte öyle bir kitaptır bu. " demiş.

Sonuna kadar katılıyorum kitap hakkında ne anlatmak istesem hep biraz eksik anlatmış olacağım gibi hissediyorum şuan yazarken.

Ama arkadaşlar ben size bir sır vermek istiyorum, daha doğrusu bir gerçeği açıklamak...

Kitaptaki "Muz Şirketi" var ya hani o aslında Macondo'da değil hemen yanı başımızda. Onlar geldiler, bizim yanı başımıza yerleştiler ve gün geçtikçe azıttılar, herkesi kendi istedikleri şekle büründürmeye ant içtiler ve bir daha da gitmediler. Dünya üzerinde herhangi bir yerde hala üç binden fazla kişi şirketin bekası için öl(dürülü)üyor. Belki her hafta, belki her ay, belki her yıl hatta belki 1 günde ama ölüyorlar işte ve basın-takım elbiseli avukatlar ve halk hala aynı iddiayı sürdürmeye devam ediyor.
"Burada hiç ölen olmadı." !!

Sonra herkes mutlu, huzurlu, sorunsuz hayatına dönüyor ve gerçeği bilenler dahi kendinden şüphe eder duruma düşüyor.

Hatta daha da ileri giderek Muz Cumhuriyeti'nde karın tokluğuna çalışan gönüllü, kör ve modern köleleriz hepimiz diyorum. Avuntu olsun diye, isyan etmeyelim diye Muz Şirketi'nin cafcaflı oyuncaklarına vereceğimiz parayı kazandığımızı zannetsek de aslında zaten ceplerine geri dönecek olan parayı ödünç almış oluyoruz. Bunlarla ilgili güzel örneklendirmeler olsa da okusak derseniz eğer sizlere Yuval Noah Harari'nin (kıymetlimiss) Sapiens ve Homo Deus ikilisini tavsiye edebilirim.

Böyle böyle kendimiz dahi farkına varamadan, kendimiz isteyerek "Yüzyıllık Yalnızlık"lara sıkışıp kaldığımız beton mezarlar arasında avuntu arıyoruz buhranlarımıza.

Kitapta da bahsedildiği gibi, durup bir saniye yüreğimizi kollasak belki de ölmeden çürümekten kurtulacağız; ama unutuluyor işte her şey, insan inanmaya da hevesli, önemli olanın ne olduğu konusunda kafası karışıyor hep.

İşte kitapta olan da buydu belki Buendio soyuna... Sorun ensest, hırs, kibir, muz şirketi gibi gözükse de, belki sadece sahip oldukları şeyin neredeyse cennete rakip olacak güçte olduğunu fark edememeleri ve yalancı cennete aldanmalarıydı.

Bilmiyorum, zaten kim neyi ne kadar bilebilir, kriter ne bunlar hep cevapsız sorular.

Ben hissediyorum bundan sonra Buendio sülalesini hep özleyeceğim, belki zaman gelecek hikayelerini tekrar okuyacağım ya da karakterlerden biriyle irtibat kurabilmek için rastgele bir yerini açıp okuyacağım kitabın.

Siz de çok bekletmeyin; onlar tanışmak ve çılgın soylarının hikayesini anlatmak için sizi bekliyor olacaklar. 💁

17 Mayıs 2018 Perşembe

Zaman Kapsülü


Beklenen gün geldi çattı ve ben hala hazır hissetmiyorum kendimi. Ne yapacağım? Onca zaman sonra ya bocalarsam? Ya karıştırırsam? Ya unutursam? Ya devam edemezsem?

Hayatın devam ettiğine inandırdım kendimi, ya ben devam edebiliyor muyum gerçekten? Kurtulmalıyım bu ruh halinden. Normalde böyle endişeler yaşamam pek ama bu kez farklı, burası özel, burası çoktan zihnimin bir köşesine atıp unuttuğum anılarla dolu açılmayı bekleyen bir zaman kapsülü. Ya o kapsül tam da açılmaması gereken zamanda açılırsa…

Hani bazı zamanlar olur, zihnimizdeki yapbozun bazı parçaları eksik olduğu için düşüncelerimizin resmini netleştiremeyiz. Sonra hiç beklemediğimiz bir anda duyulan bir ses, bir koku, hatırlanan başka bir anı eksik parçayı yerine oturtur da resim netleşir. Bugün öyle bir gün ve ben her adımda hatırlamanın ağırlığıyla çöken ruhumla günün sonunda ne yapacağımı bilemiyorum.

Sahil yolu boyunca bir piyanonun tuşları gibi özenle dizilmiş çay bahçelerini bu endişelerle geçerken, içlerinden birinden gelen şarkı sözü ile sıyrıldım düşüncelerimin sebep olduğu dalgınlığımdan.

Buraya vardığıma göre epeydir yürüyor olmalıydım, düşünürken farkına varmadan bilinçaltım beni buraya sürüklemiş olabilirdi. Şarkı devam ederken, şarkının çaldığı çay bahçesine doğru yöneldim. Bir çay içer, çay içtiğim sırada kafamı toparlarım belki diye düşündüm, düşüne düşüne iyice bunaldığım günlerden sonra kendimi bugün, kaldığım otelden dışarıya atmış, yürümek iyi gelir karamsar ruh halim dağılır biraz diye düşünmüş fakat yürümeye başladıktan birkaç dakika sonra aynı düşünceler kafama üşüşmüş, düşüne düşüne buraya kadar gelmiştim. Düşüne düşüne buraya vardıktan, çay bahçesinin daha az kalabalık tarafı olan sahile yakın masalarından birisine oturup, kendime bir çay söyledikten sonra düşünmeye devam ettim. Şarkıyı en son ne zaman dinlediğimi hatırlamaya çalıştım, başarısız bir girişim oldu. Ahh ne de çok sever bu şarkıyı, severdi yani… Artık olmadığına göre onunla ilgili her eylem geçmiş zaman ile kurulmalı. Benim inanamıyor oluşum, onun artık hayatta olmadığı gerçeğine etki etmiyor.

Yıllar önce yine burada birlikte gerçekleşen bir programda yollarımız kesişmişti, başlangıçta sadece birer yabancı, bir meslektaş, sonrasında arkadaş, dost, sırdaş, kardeş olmuş; dertlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, sevinçlerimizi birbirimizle paylaşır olmuştuk. Benim derdim onun derdi, onun mutluluğu benim mutluluğum olmuştu. Çok özel bir bağ yakalamış, birbirimizde kendi aksimizi bulmuştuk. O beni bana gösteren bir aynaydı, yolumu kaybettiğimde kendime geri dönmemi sağlayan yol işaretimdi. Şimdi bu büyük kayıpla ne yapacağım ben? Anıları tekrar tekrar yaşamak, tekrar tekrar anlatmak yetecek mi? İlaç olacak mı zaman? Hepsinden önce bu akşam yıllar öncesinin hayali benimleyken ne yapacağım?

Günlerdir düşüncelere gark olmuş şekilde yaşıyorum, yemek yiyemiyorum, uyku tutmaz oldu; kafamda nedenler, nasıllar cevapsız kalıp çaresizlikle kıvranıyorlar. Aslında onu kaybetmediğimizi, onun bize şaka yaptığını, tüm bunların gerçek olmadığını anlatan rüyalardan derin bir ferahlamayla uyanıp gerçeğin kabusuyla yüzleşmek zorunda kalıyorum, sanki olanları engelleyememek benim suçummuş, yaşamakla ona ihanet ediyormuşum hissi bırakmıyor yakamı.

Onu kaybetmenin acısı boğazımda düğümlenmiş bir hıçkırık, sesim çıkmadığı için atamadığım bir çığlık günlerdir. Bir ağlasam, ağlayabilsem gözlerim rıhtıma yükünü boşaltan bir gemi olup içimde biriken tüm isyanı, tüm acıyı dışarıya boşaltacak. Bunu da başaramıyorum, hala şoktayım belki de. Faydası yok bu düşüncelerin.

Çayımdan son bir fırt çekip, çayın parasını masaya bırakarak kalktım. Düşünmemeliyim öyle olsaydı böyle olsaydı diye artık, olan olmuş, zaman ileriye doğru akmış, geri dönmek artık imkânsız. Acı ama gerçek… Hiç bir keşke ya da zihnimde oluşturduğum yeni bir son olanları değiştiremeyecek.

Yürüye yürüye, olanları gözden geçire geçire otelime geri döndüm. Odama vardığımda neredeyse akşam olmuştu, vakit gelmişti, kimse benim bunalımımı, kederimi umursamayacak; daha önceden yapılan plana uymaya gayret ederek iki saatliğine de olsa olanları arka plana atacağım. Başarabilirim... O da burada olsa saçmalamayı kesip oraya gitmemi, günlerini göstermemi söylerdi.

Hazırlanıp odadan çıktım. Programın gerçekleşeceği salona indiğimde konuklar çoktan gelmişti, alkışlar eşliğinde sahneye yürüdüm. Bir panik dalgası yükselir gibiydi içimde, hala ya öyle ya böyleleri yenememiştim tam.

“Çok teşekkür ederim, hepiniz hoş geldiniz. Müsaadenizle öncelikle sizlerle paylaşmak istediğim bir şey var. Hepinizin bildiği gibi geçtiğimiz haftalarda çok yakın dostum olan ünlü müzisyen, benim için kardeş kadar yakın olan arkadaşım hayatın yükünü daha fazla taşıyamadı.”

Duraksadım, kelimeler boğazıma batıyordu, içim sızlıyordu, herkes konuşmanın devamını bekleyerek bana bakıyordu.

“Mmm bunları konuşmak benim için gerçekten zor kusura bakmayın, hayatın yükünü daha fazla taşıyamadı ve yükünden kurtulacağı rıhtıma kadar sabredemeyerek hayatına son verdi. Siz sevenleri için ne kadar zorsa inanmak benim için bir o kadar daha zor oldu, hala daha zor itiraf etmem gerekirse. Hayat dolu bir insandı aslında, insanları sevgiyle kucaklayışına, pek çok insanın hayatına dokunuşuna yüzlerce kez şahitlik ettim, müziğini konuşturduğunda gözlerindeki parıltı, heyecan inanılmazdı. Son dönemlerdeki depresyonunu atlatamayıp, hayatını sonlandırmış olması yaptığı en saçma hareketti. Bunu hala kabullenebilmiş değilim, öyle yakındık ki birbirimize çok büyük bir parçam eksilmiş gibi hissediyorum.

Bilen vardır aranızda belki yıllar önce yine burada olmuştu ilk tanışmamız kendisiyle, burada birlikte çalmıştık, kimyamızın o kadar uyuşması ikimizi de çok heyecanlandırmış sonrasında da sağlam bir dostluk kurmuştuk zamanla. Bu sabah o zamanları yâd ederek yürüyordum ki sahildeki çay bahçelerinden birisinden gelen şarkıyı duyduğumda dondum kaldım. En sevdiği şarkılardan birisi olan şarkının nakaratında şöyle diyor:

“Bir ben miyim perişan gecenin karanlığında
Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında.
Bütün gece ağladım dalgalar kucağında
Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında.”

Ben aslında bu akşam sizler için hareketli bir parça çalarak başlamayı planlamıştım öncesinde, fakat bugün bu parçayı duyduktan sonra “Artık kimse onun gibi şarkı söyleyemeyecek!” diye düşündüm. Bu beni daha da hüzünlendirdi bu yüzden ilk parça birlikte yazıp bestelediğimiz, onun onuruna çalacağım bir parça olacak. Umarım her neredeyse orada daha mutludur, şimdi sonsuza kadar hoşçakal deme vakti...”

Piyanonun başına oturdum, gözlerimi kapadım, piyanonun tuşlarında ellerimi gezdirmeye başladım. Bıraktım zaman kapsülü açılsın. İçinden çıkan ne varsa, gülüşler, hüzünler, kızgınlıklar, hissettiğim acı, duyduğum öfke sos oldu çaldığım parçaya.

Parça bittiğinde salonda alkışlar kopuyordu ve ben gözyaşlarımı tutamıyordum.


15 Mayıs 2018 Salı

Tormesli Lazarillo


Kitabın ismini ilk duyduğumda ne biçim isim bu, böyle antin kuntin isim mi olur dedim. Sonra konusu ilginç geldi ve kendisi bir ücretsiz kargo tamamlama kitabı olarak elime düşmüş oldu.

Kitap PİKARESK ROMAN (Novela pikaresk) denilen bir anlatı türünün ilk örneği. 1554'te isimsiz yazılmış, iyiki de öyle yapılmış çünkü engizisyon mahkemesi hemen kara listeye almış kitabı.

Kitabın içeriğine gelirsek, Lazarillo isimli kahramanın çocukluğundan başlayıp devam eden; kendisinin, ailesinin ve İspanya'nın içinde bulunduğu açlık ve sefalet, bozuk düzen kahramanın bakış açısından anlatılır.

Küçük yaşta annesinden ayrılarak pek çok efendinin hizmetinde bulunur. Her bir efendiden hayat hakkında pek çok tecrübe edinir. Tecrübe dediysem bu efendiler hiç de öyle dürüst, soylu, iyi insanlar değillerdir. Lazarillo günlerinin büyük çoğunluğunu aç geçirir. Efendileri yiyeceklerini onunla paylaşmaktan hep kaçınırlar ve bir yerden sonra açlık kahramanımızın kafasının zehir gibi işlemesine neden olur. Efendi ondan yemek sakındıkça, o türlü türlü kurnazlıklar sonucu efendiden yemek çalıp karnını doyurmayı başarır. Bir seferinde hizmetinde olduğu papaz her gün çok yemek yemenin günah olduğunu vaaz edip onu aç bırakırken (az yemek vermek değil, hiç yemek vermemek) kendisi tıka basa yer örneğin. 1500'lerden günümüze de çok az değişmiş sanki. Hala yönetenler ve erk sahibi din adamları aynı şekilde davranmaya devam ediyorlar diyebiliriz. ( İlla örnek göster diyen olursa uzaklarda aramayıp, Ramazan ayında her akşam her kanalda aza kanaat edin diye vaaz verip, bize bu sözleri söyleyebilmek için kanaldan milyarlar alan ilahiyatçılara baksın.)

Velhasıl kelam Lazarillo böyle bir yudum ekmek için günlerce bekleyerek, sırtından sopa eksik olmayarak o efendi bu efendi gezip dini sömüren, günahlarının affedileceğini garanti eden belge satan üçkağıtçılarla, günümüzde üfürükçü, büyücü diye tabir ettiğimiz tiplerle, ahlaksız papazlarla büyür ve en sonunda şansı yaver giderek devlet kapısında iş bulur ve onca düzenbazdan öğrendiği tüm şeylerin de yardımıyla çarkın dişlilerinden birisi olur.

Kısa ama akıcı, bol bol ahlaki çöküntüyü hicveden bir eser. Benim gibi, antin kuntin ismi var deyip de okumamazlık etmeyin. :)

Bu da resim... :P


25 Nisan 2018 Çarşamba

Merhamet / Toni Morrison


Benim adım bugün KÖLE. 1690 yılındayım, Amerika’dayım, siyahiyim ve kendi türüm tarafından eşya muamelesi görüyorum.

Adım Florens, diğer kölelerin aksine yalınayak gezmeyi sevmiyorum, bu yüzden sahiplerimin eskimiş ayakkabılarını giyiyorum sürekli.

 “…bu yüzden ayaklarım işe yaramaz, daima fazlasıyla narin olacak, asla kösele gibi sağlam derili tabanlarım olmayacak, oysa hayat böylesini gerektirir. “

Sekiz yaşlarında o zamanki sahibim ve annem (Minha mae) tarafından başka bir sahibe borç karşılığı veriliyorum.

Benim adım KADIN. Ben bugün Efendi’nin iş yaptığı, benim ırkımdan olduğu gözüken, özgür bir Afrikalıya aşık oldum. Gittiğinden beri onu yeniden görebileceğim günün özlemini çekerken, HANIM beni onu bulup evimize getirmekle görevlendirdi. Çünkü Hanım çok hasta ve onu bir tek o kurtarabilir. Onun benim koruyucum olduğuna inanıyorum. Onu bulduğumda artık tüm ürkütücü, incitici, acıyan bakışlardan kaçıp ona sığınabilirim. Beni ve dünyamı şekillendiren sadece o.

Benim adım EMEK. Yıllar önce kabilemin yok olmasına sebep olan çiçek hastalığından kurtulabildiğim için Presbiteryenlerin himayesine verildim. Bana bir isim, yeni bir elbise ve kendi alışkanlıklarını verdiler. Kolumdaki boncukları kesip, saçlarımı kırptılar. Yine de uyum sağlayamadım ve sonunda dayaklar, kırbaçlar ve kesikler kazandım ve ödül olarak EFENDİ’nin himayesine girdim. Efendi ile birlikte yaşadığımız çiftliği yarattım, ona tavukların ne zaman yumurtladığını, mahsul ve zararlı otları ayırt etmesini, hangi gübreyi kullanması gerektiğini ve diğer pek çok şeyi öğrettim. Hanım geldiğinde de birlikte üstesinden geldik sorunların. Ben kendi kendisini yeniden yaratmış Lina.

Benim adım KADIN. Beyaz olmama rağmen babam tarafından para karşılığı bir damat adayına satıldım. Hiç tanımadığım bir erkekle evlenmek üzere tek başıma yabancı topraklara seyahat ettim. Korktuğum yerlilerle önce dost oldum, sonra çiçek hastalığına yakalanıp ölümün kıyısından döndüm ve değiştim. DOST artık acımasız, kötü kalpli bir SAHİP. Çünkü kilisede Tanrı'nın buyruğunun bu şekilde olduğu öğretildi. Zorlu koşullarda evimde yaşayan siyahi kadınlarla kurulan bağlar bugün yandı.

Benim adım KADIN! Sırf şaşı doğduğum için iblis olduğuma inanıyorlar, iblis olmadığımı kanıtlamak için her gece bacaklarımda kanayan yaralar açıyorum.

Benim adım KADIN! Sırf siyahi olduğum için şeytan olduğuma inanılıyor ve emin olmak için çırılçıplak soyundurulup inceleniyorum bir grup insan tarafından. İçimde bir şeyler kırılıyor.

Ben ÇOCUĞUM. Kiralandığım rahipler meclisindeki rahip yardımcısı tarafından taciz edilen, şehvetle sevişirken basıldığımızda köle olarak satılan bir oğlan çocuğu...

Benim adım KÖLE. Koruyucum tarafından kabul görmeyip, kovuluşumla hüsrana uğrayan, hayal kırıklığıyla sevdiğim adama saldırıp onu yaralayınca korkup koşarak kaçan.

 “ Ayakkabım yok çarpan bir kalbim yok evim yok. Yarınım yok. Gündüz yürüyorum, gece yürüyorum.” 


Hayal kırıklığımı, acılarımı, öfkemi evin duvarlarına kusuyorum şimdi. Köle sonunda ÖZGÜR. Annem keşke duyabilseydi söyleyeceklerimi, 

“ Mae, sevinsene; ayaklarımın tabanları serviler kadar sert artık. “

Ve ben ANNE! İnsan değil zenci olarak satılan, tecavüzden doğan kızının memeleri büyüdükçe erkeklerin ağzının sulandığını görüp; onu farklı bir hayata sahip olabilme ihtimaliyle başkasının merhametine terk eden KÖLE KADIN!

Ben negrita'ydım. Zenci. Hepsi buydu. Diller, giysiler, tanrılar, danslar, gelenekler, süslemeler, şarkılar... Hepsi birleştirilip tenimin rengine indirgenmişti.
“Burada kadın olmak sürekli kanayan bir yara olmak demektir.”. Benim kanayan yaralarım ise benim kaderimden farklı bir hayat sahibi olup, zaaf duyduğun ayakkabılarla yaşıyor olduğun düşüncesiyle iyileşmeye çalışıyor.

Mercy



16 Nisan 2018 Pazartesi

Beyaz Geceler


Yeşilçam filmlerini aratmayacak bir Dostoyevski öyküsü.


Çağımız aşklarını gölgede bırakacak bir hızla yaşanan bir aşk hikayesi yazmış Dostoyevski. Tanışma, kaynaşma, aşık olma, ayrılma hepsi 4 gecede gelişen olaylar sonucu böyle bir öykü çıkmış meydana.

Buradan sonrası biraz SPOILER olabilir.

Yeşilçam filmlerini aratmaz dedim ya hani, öykünün baş kahramanı olan yazarımız çok yalnız bir adamdır, doğru düzgün arkadaşı bile yoktur; bir gece rıhtımda ağlayan bir kıza rastlar, sonra gece vakti kız kimsesi yalnız gezer mi düşüncesiyle adamın birisi kızın peşine takılır, kahramanımız kızı kötü adamlardan korur. Sonra ertesi gün buluşmak için sözleşirler ve buluştuklarında birbirlerine hayat hikayelerini anlatmaya başlarlar günden güne. Adam içini döktükçe yalnızlığını giderdiğini hisseder.

Olaylar yeşilçam kıvamını korumaya devam eder ve birden adam kıza aşık oluverir, ama kızın gönlü başkasındadır. Zaten adı Nastenka olan bu kız da beni bitirdi, bitirdi. Böyle bir kezbanlık olamaz. 😡

Hatta tarihteki ilk kezban Nastenka bile olabilir. Sürekli ben çok güzelim her gören bana aşık olur, sen bana sakın aşık olma... Ben senin bildiğin kızlardan değilim... Beni basit kız sanma... Kızım bu ne özgüven ya anlat biraz!! Çıldırdım arkadaşlar çıldırdım!! 


“Sizin yerinizde başka biri olsaydı sıkıştırmaya başlardı beni, üzerime düşer, ah vah eder, aşkımdan yataklara falan düşerdi...”  Sayfa 56 - Bilge Kültür Sanat / Çeviren: Ergin Altay

Neyse kahramanımız "Bir tek dileğim var Nastenka, mutlu ol yeter!" diyerek, kızı aşık olduğu adamla tekrar bir araya getirmek için uğraşır da uğraşır. Mektuplar yazılır, ortak tanıdıklara haberler salınır... Kız da baktı çıkarı var, kardeşimsin, dostumsun diye gazlaya gazlaya işini halletmeye bakar. Sonra adam bağrına taş basmaya razı olup kızla birlikte, kızın sevdalısını beklemeye başlar buluşmak için sözleştikleri yerde. Adam gelmeyince bizim adamın birden aşkını itiraf edesi tutar. ( Allaaamm sana geliyorum.) Hüngür şapırt ağlaya zırlaya gelen itiraf sonucu bizim kezban bir durum değerlendirmesi yapar. Eskisi dönmüyor, bu adam da saf aşık beni seviyor, e ninemden de başka kurtuluş yok en iyisi buna varayım ben der ve ben de seni seviyorum, şuan çok mes'ud'um bla bla zırvalar.

Durun finali daha da beyin yakıyor, tam bunlar oturdukları banktan kalkıp kolkola kırlara doğru koşacaklarken karşıdan kızın sevdiği adamın geldiğini görürler. Kız bizim adamın kolundan çıkıp eski sevgilisine koşar ve beraber el-ele uzaklaşırlar, bizim adam da öööylee arkalarından bakar kalır. Yemin ediyorum Yeşilçam böyle final görmemiştir, böyle ihanet de olmaz. Bir de yüzsüz kezban kalkıp adama mektup yazıyor, bize gelirsin ziyarete, ikinizi birden sevebilirim göğe bakalım falan diye.

"Aynı anda ikinizi birden sevebilseydim!" (Sayfa 78 - Bilge Kültür Sanat / Çeviren: Ergin Altay)

Hem ikiyüzlü hem arsız!!

Şimdi erkek karakterin yaptığı şey özveri mi, yüce gönüllülük mü, aşk mı adını siz koyun ama çok saçma değil mi?

Gerçekten çok sinirlendim, bu saçma aşk hikayesini bir kenara bırakırsak yalnızlık ve hayalperestlik üzerine yazarın kurduğu cümleler çok etkileyiciydi.

Bir pazar gününü dolduran, bir günde söylene söylene okuduğum bir Dostoyevski kitabı da böylelikle okuduklarım rafına kalkmış oldu.


Dostoyevski kitabı yazarken Rossini'nin "Sevil Berberi" operasından epey esinlenmiş olsa gerek ki bazı yerlerinde onun bazı kısımlarını kastettiğini söyleyen çeviri notları vardı.
Şöyle bir üvertür buldum kendisiyle ilgili :

Bir de Ilya Glazunov isimli Rus ressamın kitapla ilgili çizimlerini ekleyip incelemeyi bitireyim.

Anlattığım final sahnesi : http://glazunov.ru/...stenka-is-going-away

Nastenka'nın gönderdiği mektubu okurken : http://glazunov.ru/...ng-nastenka-s-letter

Finalden bir önceki sahne : http://glazunov.ru/...orks/173-rendez-vous


Kezban şey pardon Nastenka : http://glazunov.ru/...e/works/160-nastenka

Bir Ağıt Yerine Bir Rüya

Bu sabah yine kabus olmayan kabuslarımdan biriyle uyandım güne.

Bu rüyaların sebebi yılların kırgınlığı mı hala içimde taşıdığım senden kalan? Bilmiyorum... Böyle uyandığım günlerde nedensiz ağlama isteği taşıyorum hep içimde, etrafa şakalar saçıp bastırıyorum.

Rüyamda 15li yaşlarımdayım, sana 1 saat gibi bir mesafedeyim ve sen saçma sapan bahanelerle gelemeyeceğini söylüyorsun. Sinirleniyorum, bağırıp çağırıp verip veriştiriyorum. Biliyorsun hayal kırıklığına uğruyorum aslında olan bu.

Gerçekte de böyle değil miydi zaten? Bugün düşündüğümde hep bir sebep vardı ortada, ne zaman olmanı istesem yoktun gibi sanki. Hafızamda kalan zar zor anımsayabildiğim, ufak tefek hatıra kırıntıları anımsamak canımı yakarsa diye hemen uzaklaştırdığım. Kalbimin özenle sakladığım en kırılgan yanı, aklımın karanlığında saklı en büyük hüsranımsın.

Dün bir film izledim, adam bağırarak soruyordu sonunda "Aile olmak kolay mı öyle?!" . Değil!! Zaten ne kolay ki, zorlukların arasından ellerimizle iki yana ittirdiğimiz sorunların arasından açtığımız yollardan varabiliyoruz hep hedeflediklerimize. Sen hep ellerim yeterince güçlü değil diye düşünüp olduğun yerde kaldın, en azından deneseydin başka bir hayat mümkün olabilirdi hepimiz için.

Bunu niye yazmak istedim bilmiyorum ama seni özledim ve bunun üzerine düşünmekten kaçıyorum. Haykırmak istiyorum "Siz benim gecelerden sabahlara boğuştuğum rüyalarımı ne biliyorsunuz? Bilinçaltımın oynadığı türlü türlü oyunla mücadele edişime kaçınız tanık olabildiniz?" diye. Onlar kim sen biliyorsun... Erken bir veda oldu demek isteyişlerim var bazen ama aslında benimle oldun mu hiç bundan da emin değilim.


14 Nisan 2018 Cumartesi

Kreutzer Sonat


Kitap Kırmızı Pazartesi kitabında olduğu gibi başta bize ortada bir cinayet olduğunu söyler. Biz tüm kitap boyunca katilin ağzından aşama aşama cinayeti işleyene kadar neler olduğunu, ne tür bir ruh haliyle bu suçu işlediğini dinleriz bir tren yolculuğu süresince.



Öncelikle kitabın çok fazla etkisinde kaldım, Tolstoy’un bağnaz tutumu karşısında şok oldum. Kimi yerde abartılı kimi yerde istemsizce haklı bulduğum acayip buhranlı bir karakter okudum.

Evlilik ve cinsel ilişkiyi iğrenç bulması, 13 çocuk sahibi olduğu düşünüldüğünde çok ironik değil mi? Sürekli genelevler iğrenç, cinsel dürtü iğrenç, kadınlar evde aksesuar tabak çanak sadece gibi savunumlarla nefret saçmış olmasını bir bana mı ilginç geldi. Hani merhametli, adaletli naif bir adamcağızdı bu?

Öte yandan söylediği kadınların küçük yaştan itibaren iyi koca bulmak için eğitildikleri, bütün tuzakları bildikleri ve erkeğin cinsel dürtüsünü uyandırarak onu ağına düşürdükleri çok yanlış sayılmaz sanki. Bir bayan olarak pek çok hemcinsimin yaptığı her davranışın bu amaca yönelik olduğuna defalarca şahit oluyorum. Hem günümüzde de tekstil ve kozmetik sektörünün patlamış olması, dizilerde reklamlarda bize gösterilen hepsi şıkır şıkır giyinip süslenmiş kadınlar bu amaca hizmet ediyor sayılamaz mı?

Sonra kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olamadıkları için intikamlarını alma biçimi olarak yer verdiği düşünceleri ile duygusal aşırılıkların hep ihtiyaçtan fazla yemek yemekten kaynaklandığına dair fikirleri gülümsetti.

“Köylülerin az da olsa bir bölümünün alışılmış yemeği ekmek, kvas, bir de soğandır. Bu yüzden sağlıklı, dinç olurlar. Tarlada rahat çalışırlar. Demir yolunda çalışırken ise daha iyi şeyler yerler: Pilav, yarım kilo et... Yedikleri eti on altı saat el arabasıyla beş yüz kiloluk taşları taşıyarak eritirler. Böyledir onların yaşamı. Ama bizlerin mideye indirdiğimiz bir kilo et, av eti, balık, türlü türlü yiyecekler, içki nereye gidecek? Duygusal aşırılıklara.”


“Kadınlar çariçeler gibi, insanlığın yüzde doksanını köle olarak tutmakta, ağır işlerde çalıştırmaktadırlar. Bütün bunların nedeni, onların erkeklerle eşit haklardan yoksun edilerek küçük düşürülmeleridir. İşte onlar da cinsel duygularımıza etki ederek, bizleri ağlarına düşürerek intikam alıyorlar.”

Kitaptaki karakter ya da Tolstoy dedemiz sanki dini inançları ve bedensel arzularının arasında sıkışıp kalmış, ne birinden vazgeçebilmiş ne ötekinden bu yüzden de bunalımlardan bunalımlara sürüklenmiş. İkisinin de hakkını tam olarak veremediği hissine kapılıp gitmiş sanki. İç çatışması, sürekli kendisiyle çelişmesi, karmaşık ruh hali çok güzel aktarılmış hatta epey Zweigvari aktarılmış diyebilirim. Sanki kompartımanda hikayesini anlattığı kişi benmişimcesine elle tutulabilir derecede hissettim aksiliğini, ikilemlerini, pişmanlığını…

Kitaptaki kadın gerçekten suçlu muydu yoksa Nikolayeviç kıskançlıktan her davranışa olmayan manalar mı yükledi bilemiyoruz. Fakat son bölümde apar topar eve girmesi, odaya ilerlemesi ve gelişen olaylar sonucu ne olacak bilmeme rağmen çok gerildim. Aşk, evlililik, kadın erkek ilişkileri yönündeki düşüncelerini hala çok bağnazca bulsam da kitabın serüvenini sevdim.

Hepimizin buhranlarını kazasız belasız atlatması dileğiyle herkese keyifli okumalar dilerim.

6 Nisan 2018 Cuma

Dostoyevski - Öteki


ÖTEKİ / ÖTEKİ BEN / İKİZ


Kitapla ilgili anlatmak istediklerim öyle dağınık dağınık ki bir araya toparlamayı başarabilirsem incelemenin altından kalkabileceğim.

Adım adım kendime not tutar gibi yazmayı deneyeyim. Kitapla ilgili elimizde olan veriler;

- Öncelikle kitabı Varlık Yayınları - Nihal Yalaza Taluy çevirisi ile okudum, başarılı buldum okurken garip kelimeler ya da cümleler çıkmadı karşıma ya da cümleleri anlamakta zorlanmadım.
- Dostoyevski'nin yazdığı 2.kitabı...
- İnsancıklar ile yakaladığı büyük çıkış sonrası yazdığı bu kitap hiç beğenilmemiş. (Dostoyevski'nin düşmanlarının kurduğu tuzak olabilir mi?) (Nasıl pişmandırlar şimdi, böyle popüler olacağını düşünemedikleri için.)
- Kitapla ilgili meşhur dövüş kulübü benzetmesi sebebiyle bütün kitap boyunca bunun ortaya çıkacağı sahneyi beklerken okumamın tadı kaçtı diyebilirim.
- Dostoyevski neden edebiyatın peygamberi kabul edilir sorusunun cevabını bulabileceğimiz bir kitap olabilir bu, çünkü 19.yy da kişilik bölünmesi ve şizofreniyi böyle işleyebilmesi gerçekten saygı duyulası. Daha Freud portakalda vitaminken, Dosto psikanalizin temellerini atmış diyebiliriz.



Memur Goladkin bir gece davet edilmediği doğum günü balosuna zorla sızıp, yaka paça dışarı atılınca kendisini bir böcek gibi hissederek yeraltındaki bir fare deliğine tıkılmak ister. (Evet evet biliyorum.) Balo günümüz tabiriyle sosyetik bir partidir, Goladkin ise sıradan, normal bir memurdur. Fakat o çevreye kendini kabul ettirmek istemektedir. Bu yüzden yaşadığı yerden taşınıp sosyete mahallesinde ev tutmuştur, hatta saygın kimseler gibi kendisine bir uşak tutar, kupa arabasıyla gezintiler yapıp pahalı dükkanları ziyaret eder ve alıcıymış gibi pazarlık yaparak gövde gösterisinde bulunur. O kadar ki büyük paraları cüzdanı şişkin gözüksün diye bozdurur. :) Gel gelelim yine de her zaman ÖTEKİ’dir, kabul edilmez bu çevreye...

Partiden sonra sırılsıklam bir halde köprüde yürürken birden sahneye ÖTEKİ çıkar.
Kimdir bu Öteki peki? Aslında büyük Goladkin’in küçümseyip, kıskandığı her şeydir.

Büyük Goladkin sürekli çelişir kendisiyle, dosdoğru bir insan olduğunu, oyunlar, entrikalar çevirmeyi bilmediğini gururla savunurken içten içe bir takım oyunlar yapabilmeyi diler. Yapabilseydi eğer o balo katılan çevreyle yakın ilişkiler kurabilirdi. İkiz ise kendisinin çok arzu ettiği bu konumu kolaylıkla elde edebilir. Bunu bir nevi şöyle düşündüm ben, hepimize öğretilen içinde yaşadığımız toplumda hangi durumda nasıl davranmamız gerektiğini söyleyen yazısız bir takım kurallar var; ailemizin, arkadaş çevremizin, okulun ve sosyal çevremizin bize empoze ettiği kurallar… Örneğin yalakaları, ispiyoncuları kimse sevmez ve dışlar; dışlanma korkusu olan birisi de bunları yapmaktan kaçınır. Goladkin’de de durum böyle bence bir yandan arzu eder bir yandan kötü bir şey olarak görüp aşağılar küçük Goladkin’in davranışlarını. Hep bir kendiyle çelişme hali.

Demem o ki aslında hepimiz kendi ötekilerimizle ve başkalarının ötekileriyle bir arada yaşıyoruz. Ben bazen karşımdakine nazikçe cevap verirken, içimdeki tahammül sınırı daha düşük öteki ben ağzına geleni saydırabiliyor. Ya da dış görüntü olarak aynı görünen bir kişi iş ortamında başka, sosyal ortamlarda bambaşka olabiliyor. Her ortama bir öteki çıkıp yerleşiyor.

Edebi dünyaya bakalım, yakın zamanda okuduğum Kör Baykuş bir ÖTEKİ romanı değilse nedir örneğin… Kitapta karakter ve karakterin amcası, babası, sürekli ortaya çıkan ihtiyar mezarcı en sonunda tek bir kişide yaşayan ÖTEKİler. Aynı zamanda kitaptaki esrarengiz kız, karakterin halası, kuzeni de ÖTEKİ’ye birer örnek.

Klişeye dönse de Dövüş Kulübü belki de buradan yola çıkılarak yazıldı, hatta Öteki kitabından 40 yıl sonra yayınlanan Dr. Jekyll ile Bay Hyde yine buradan esinlenilmiş olamaz mı? (Olabilir.) Hatta belki Kafka bile…

Dostoyevski’nin bu parçalanmış kişilik izleği burada başlayıp Ecinniler, Delikanlı ve dolaylı olarak da Suç ve Ceza’da devam etmiş. (Okuyup göreceğiz.)

Ve biz sevgili okurlar, kendi ötekilerimizle yüzleşmekten kaçmayalım, içimizdeki Goladkinlere sahip çıkalım, aslında onların hepsi bizim birer parçamız. =)

21 Mart 2018 Çarşamba

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı


Dün değil, önceki gün. Dün de bir günlük geride…




Kazdıkça daha derine gittiği için mi nedir, Karasu'nun her kitabı üzerine tezler yazılmış, bir kitap kadar irdelemeler çıkarılmış. Ben zaten normal bir kitap okuduğumda incelemeyi kısa tutamayan birisiyim, kısa tutmaya çalıştığım nacizane incelemem için buyurun cenaze namazına… :)

Karasu için spoiler vermek mümkün mü bilmiyorum ama ben kitabın genel akışından birazcık bahsetmiş olabilirim. Fakat tamamı imgelerle, metaforlarla, sembolik anlatımla dolu bir kitabın okunmasından alınacak tadı kaçıracak bir bilgi vermedim diye düşünüyorum.

Kendisiyle bir “Ada”da tanıştığım, yazılmış en güzel karakterlerden birisi... Andronikos... Manastırda keşiş...

Bir gün bir karar alınır manastırda. İmparator’un buyruğuna göre, resimler karşısında tapınmak putatapıcılıktır, bu nedenle resimler kaldırılacak, bundan sonra inanç resimsiz olacaktır.


“Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu.”

Manastır yıllardır tapındığı dini reddedip yeni bir din benimsemek isteyince, istemekle kalmayıp baskıya başlayınca Andronikos sorgulamaya başlıyor; manastırdan kaçmayı düşünüyor, kaçmalı, kaçıyor... Çünkü yıllardır resimler karşısında tapınmıştır, yeni inancı kabul ederse yıllardır kendisini de kandırmış olduğunu kabul etmek zorundadır, kabul etmekle kalmayıp bu bilgiyle yaşamını sürdürmek zorundadır. Sonuçta inanç içsel bir şey, içten içe yanlışlığını bildiği şeye inanmayı nasıl devam ettirebilir?

İlk bölümde Andronikos'un manastırın baskısının yanlış olduğunu değerlendirmesini, doğru ve yanlışı gözden geçirmesini, kendisiyle ve öğretileri ile iç çatışmasını okuyoruz. Bundan önce neydi, ne kadarı kendi iradesi ne kadarı öğretilmiş yaşayıştı, bundan sonra neyi nasıl yapmalıydı. İnandıklarına gerçekten inanıyor mu, inanıyormuşçasına kendini mi kandırıyor, kendisine de yalan mı söylüyordu.

Hayatı ilk kez öğreniyor gibi etrafı incelemesini; çevresindeki dünyayı, kendisini, dini değerleri ve eski ile yeni ilişkisini irdelemesini gözlemliyoruz. Gözlemliyoruz diyorum çünkü Karasu'nun şiirsel anlatışı bizi de direk kitabın bir parçası haline sokarak, kurmacayı adım adım izlememize olanak sunuyor. Kürekleri Andronikos'la birlikte çekip kıyıya beraber varıp, izleyeceğimiz yola beraber karar veriyoruz. Karakter düşüncelerini, hislerini yol boyunca paylaşıyor bizimle. Karasu direk bizimle bağ kurarak, bizi yani okuru özne konumuna getiriyor. Böylece Andronikos aracılığıyla aslında kendimizi sorgular duruma geliyoruz.

Tıpkı “Gece” deki karakter gibi, Andronikos da gücü elinde tutan, buyurgan, dayatma yapan erklerle mücadele ediyor. Fakat bu mücadele eylemsel değil de içsel yine. Hatta kahramanlık sorgulanıyor, inancı sebebiyle zindana atılmaktan bile korkan, bu sebepten kaçan kişi kahraman sayılır mı? Bükemediği bilekten kaçan kahraman mı olur?


Karasu kitaplarında (en azından şimdiye dek okuduğum 3 kitabında) zaman tam belirgin değildir. Bu kitapta da yine iç içe geçmiş farklı zamanlar okuyoruz fakat yine belirgin bir zaman yok. Sanki geçmişten – bugüne, geçmişten-geleceğe, bugünden geleceğe, bugünden –geçmişe bakar gibiyiz okurken. (İyice Karasu’ya bağladım.) Andronikos bizi bir manastıra, bir kaçışına, bir içinde bulunduğu ana sürükler; hatta bazen belirsiz geleceğe… Öykünün başında bahsedilen bir olay öykü ilerledikçe, karakterler geçmişe dönüp baktıkça, zihninde sorgulamalar yaptıkça detaylanarak tamamlanır.

Kitabın ilk başında Andronikos’un tepeye tırmanırkenki sorgulamaları esnasında ağzının çarpılması ile manastırda bunun gülmek sayılacağını hatırlaması, yani yasak bir eylem sayıldığı kısım bana Gülün Adı’nı hatırlattı. Bu bölümde ilk kaçtığı sırada Andronikos “Her yer o kadar sessiz ki” diye geçiriyor içinden, ben de sorguluyorum etraftaki sesler olmayınca insanın düşüncelerinin gürültüsüne katlanması daha mı güçleşiyor Andronikos?

Ada bölümünün son kısmındaki Leylek göçü, Andronikos’un bununla kendi göçünü benzeştirmesi, yoldan çıkan leyleklerin yola sokuluşu ile verilen imge müthişti.



Bir “Tepe”ye tırmanırken rastladığımız Ioakim ise kabullenişi, susuşu temsil eder. Eski inanışın değiştirilmesine karşı çıkmamış, yeni inancı kabullenmiş, Andronikos’un yanında olmamıştır. Andronikos’a yapılan işkence karşısında sadece susması, masum olduğunu bildiği halde hiçbir şey yapmamış olması sebebiyle yıllardır vicdan muhasebesi yaptığını çıkartıyoruz, Tepe öyküsünü okurken. Artık 70 yaşında yaşlı bir adamın yaşadıklarını ve pişmanlıklarını gözden geçirmesini okuyoruz.

Andronikos, öldükten sonra resimli inanç geri gelmiş, bu sefer de buna dönülmesi için baskı başlamıştır. Bu noktada ise yine kaçışlar başlamış, Andronikos kaçmakla, kaçma fikrinin temsilcisi olarak kahraman haline gelmiştir. Kaçmasıyla, kaçanların kahramanı olmuştur diyebiliriz.

Bu kısımda yine Kılavuz’da olduğu gibi anıların üstü örtülü gibidir. Ioakim anılarını bir sisin içinde arar gibidir, bu yaşlanmış olmasından mı yoksa unutmak istemiş olmasında mı emin olamadım, zaten Karasu söz konusu olunca bir cümlenin altında 10 farklı anlam arayıp, 20 farklı anlam çıkarmak da mümkün. Yine dikkatimi çeken başka bir benzerlik Kılavuz’da Uğur, doğrudan bir bağlantısı olmasa da dolaylı yoldan sebep olduğu fikrinden dolayı, Bülent’in ölümüyle ilgili bir vicdan azabı içindeydi; USBGA’da da aynı vicdan azabı bağlantısını Ioakim ve Andronikos arasında görüyoruz. Bu olayın detayları da iki kitapta da zorlukla hatırlanıyordu. Kitabın içinde üstü kapalı anlatılmış, gizlenmiş homoseksüel ilişki de bir başka ana benzerlik.



Neyse ne diyordum. Ioakim kaçar, Bizans’tan Roma’ya gider, orada başpapazdan inancını sürdürmek istediği bir yer talep eder, otuz yıl kadar bu tapınakta çömezleriyle birlikte yaşar, bir gün Bizans’tan bir ulak gelir ve yeni imparatorun yasaları gevşetmekte olduğunu belki de kaldırılacağını haber verir. Sanırım bu haberle birlikte Andronikos’un yaptığı eylem aklına geliyor ve kahramanlık sorgulamasıyla geçmişini yeniden gözden geçiriyor. Çağrışımla sürekli farklı farklı zamanlara dair olayları okuyoruz, böylece ”Ada” kısmında ya da “Tepe” öyküsünün başlangıcında eksik kalan yerler bir bir tamamlanmaya başlıyor. Yani Andronikos’un geri dönüşünün sonrasında başına neler geldiği ve Ioakim’in geçmişten bu ana yaşadıkları, yaptıkları çerçevesinde toplumdaki değişimi gözlemliyoruz.

Bununla birlikte Ioakim birden eski inanç serbest hale gelince direniş simgesi olarak kendi tapınağının yükseltileceğini ve kahramana dönüşeceğini fark eder, üstelik kahraman olmaktan onca zaman kaçınmıştır.(Tilki’yi öldürmesinden bu zamana…) Ioakim geçmişini gözden geçirip, hesabını tamamladığında, yıllar önce Andronikos’un masumluğunu savunup kahraman olmak yerine susup korkak olmayı seçmenin verdiği ağırlığı kabullenir ve artık ölmeyi istemektedir. Böylece yıllardır taşıdığı bu yükün ağırlığından kurtulacaktır.

“Ölümün güçlüğünü biliyor. İnsan bütün suçlarının, günahlarının yükünü taşır da taşır. Üstelik, bu suçları, günahları, insanların da, Tanrının da bağışlamayacağını oldukça genç yaşta öğrenir ama neden sonra inanmağa başlar öğrendiklerine, neden sonra kabul etmeğe başlar öğrendiklerini. Ölmez. Ölemez. Yükünün altında ezilir utancından.
Güçsüzlüğünden.”

Ada ve Tepe bir nevi birbirini tamamlayan, aydınlatan öykülerdir diyebiliriz. Ada ile başladığımız manastır, kaçış, yol, arayış, inanç, sorgulama kavramları Tepe’de tamamlanır diyebiliriz. Hem Andronikos hem Ioakim kendi yolculuklarıyla, ki bu yolculuk hem gözlemlenebilen gerçek bir yolculuk hem de karakterlerin, onlar üzerinden kendimizin, kaçışların vardığı yolların, kaçışların etki ettiği olayların sorgulandığı bir yolculuktur. İki öykü de birbirlerine baskı açısından bakan iki farklı bakış açısıdır diyebiliriz.

Dutlar öyküsü ise manastırdaki kahramanlarımızdan bağımsız gibi gözükse de özünde yine baskı ve zulüm olması bakımından diğer öykülerle bağ kurar. Yüzyıllar sonrasında hala baskı, şiddet, zulüm kişi üzerinde etkisini sürdürmektedir. Tıpkı bir ay içinde iki kez yaprak veren Dut ağacı gibi.

Öyküde anlatıcı olayı yaşayan değil, gözlemleyendir. Acabalarımın üzerine ufak çaplı bir bakınma yapınca anlatılan 1960’lı yıllar, Demokrat Parti dönemi ve mekan da Ankara. Burada dutlar, tırtıllar, yağmur ve mazot hep metafor olarak kullanılmış, zaten Bilge Karasu’nun anlatım tarzından da beklenen bu olmalı.

Öykünün sonunda Andronikos’un kaçtığı zamanda Ada’daki tepeden yakılan resimleri görmesine atıfta bulunularak, dut ağacındaki tırtılların belki de mazotla değil ateşle temizlenebileceğini söylüyor. "

Kitapta ara ara Gece kitabındakine benzer bir anlatıcı yöntemi var, yani anlatıcı karakterin kendisi mi, yoksa 3.bir dış gözlemci de onunla birlikte mi anlatıyor, hafızası onu yanıltıyor mu yoksa yazar bizimle oyun mu oynuyor birbirinde harmanlanmış.

Koca koca tarihsel olayları böyle ufak tefek metaforlarla ya da eşyalar üzerine yükleyerek (radyo, dut ağaçları gibi ya da çalan şarkının değişmesi gibi) anlatabilmesi Karasu’nun dile, tarihe ve yaşadığı çağın gündemine ne kadar hakim olduğunun göstergesi değil mi? Bir olayı öncesi, şimdisi ve muhtemel sonrası ile birlikte vermesi, bunu da şiirsel bir dille anlatması için bir şey dememe gerek yok. (Çooğ güzeeeğğll.)

“Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş, kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak başlangıçtan, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak için...”


Kitapta zaman, her zaman düz bir çizgide ilerlemeyip, ani geçişlerle ve geriye-ileriye bakışlarla şimdiden geçmişe veya olaydan düşüncelere geçtiği için başlangıçta bu anlatım biraz zorlayabilir sizi, fakat bu anlatıma alıştığınızda Karasu okumak size soğuk bir kış günü sıcacık battaniyenin altında kitap okurken sizi saran rehavet gibi yumuşak ve tatlı bir duygu verecektir. Tadını çıkarın… :)


14 Mart 2018 Çarşamba

Sadık Hidayet - Hacı Ağa


Kim bu Hacı Ağa? Bilmiyor musunuz? Biraz zorlayın hafızanızı… Hadiii… Biz bizeyiz burada. Bildiniz mi şimdi? Evet hepimiz çok iyi tanıyoruz onu. Çok bilindik, çok tanıdık. Benim işverenim, senin müdürün, diğerinin komşusu, bir diğerinin akrabası, ötekinin iş arkadaşı...

Biliyorsunuz işte… Hani üç kuruş da olsa menfaat için yapmadığı yalakalık kalmayan, makam mevki için girmeyeceği kılık olmayan, klavye başında vatan millet diye yağdırıp milletine en büyük zararı vereni alkışlayan, bakara makara dini sömürüp Allah adı dilinden düşmeyen, lafa gelince mangalda kül bırakmayıp arkanızı döndüğünüz anda sırtınızdan vuran delikanlılar…

Sadık Hidayet’in bu kitabı yazdığı 1945’lerden bu zamana ne kadar az şey değişmiş. Adam kayırma, yalan, dini sömürü, kişisel çıkarlarını her şeyin önünde tutan yöneticiler, her şekle ve fikre kolayca girebilen riyakarlar dört bir yanımızı sarmış durumda.

Kitap gerçekten çok cesurca yazılmış, muhteşem bir hiciv. Sömürünün her türlüsünü, ikiyüzlülüğün her çeşidini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalışmış Sadık Hidayet. Başta tiyatro sahnesi gibi gitse de ilerledikçe, hikayeye sürekli yeni karakterler girip çıkması hatta bunların Rus öykülerini aratmayacak derecede yabancı isimde olması okumayı zorlaştırmadı ve sıkmadı desem yalan söylemiş olurum. (Biz Allahtan korkarız !! Tövbe!!! 😃) Fakat son 15 sayfası muhteşemdi, şair ve Hacı Ağa'nın kısımlarında içimin yağları eridi. Şair üzerinden İran yönetimine bütün öfkesini kusmuş, sonra da Hacı üzerinden İran halkına uyanış çağrısı yapmış Sadık Hidayet. (Anlayana… )

Gelelim şu Hitler Müslümanmış mevzuuna.

"Hitler'in müslüman olduğu söyleniyor. Kolunda "Lâilaheillallah" yazıyormuş." (Hacı Ağa, YKY, Syf 37.)

1945 yılında İran ileri gelenlerinin Hitler Sevdası varmış, yazar da buna atıfta bulunmak istemiş zannımca kitapta. Hitler İslam dünyası ile ittifak kurmak istemiş. Hitler Müslüman mevzusunu da araştırdım fakat bizim Kadir Mısıroğlu’nun içi boş iddialarından birisi. Ancak Hitler’in Müslümanlığa sempatisi olduğuna dair de şöyle bir açıklama buldum. Hristiyanlığın “Sana tokat atıldığında, diğer yanağını da çevir.” öğretisi olan merhamet teması Nazizm ile uymadığı için İslam’ın asker yetiştirme potansiyelini yani aslında cihad sevdasını sempatik buluyor diyebiliriz.




İran –Hitler ilişkisini mantığa oturtabilecek şöyle bir anekdot vardı. “Her iki grup da Yahudilerden, Bolşeviklerden ve liberal demokrasiden nefret ediyordu. Ayrıca İslam, Hitler'in anahtar ilkelerinden biri olan aile kavramına odaklanıyordu. Bu düşüncenin benimsenmesi durumunda ari ırkın devamı da otomatik sağlanabilirdi.”



Neyse çok ciddiye bağladık, Hacı Ağaların sonunun geleceğine inanmıyorum, çünkü her devirde herhangi bir şeye olan ihtiyacı olan insanlar bunlara prim vermeye devam edeceklerdir. İncelemeyi SH’nin kitabın sonuna yazdığı satırlarla; ve konuyla pek alakası olmamasına rağmen aklımda dönüp duran bir şarkıyla bitirmek istiyorum.

“Okuyandan bir dua umarım;
Çünkü ben kulunuz günahkârım.”

13 Mart 2018 Salı

Sadık Hidayet - Diri Gömülen


İran'ın buhranlı, depresif yazarı diye nam salmış Sadık Hidayet'in bu ilk öykü kitabı yazarın 1903 - 1951 yıllarında yazdığı öyküleri içermektedir. Özellikle "Diri Gömülen" öyküsünde, daha sonraları yazdığı başyapıtı "Kör Baykuş" romanına ait izlekleri bulabiliriz.


Modern İran edebiyatının önde gelen yazarlarından sayılan, Doğu'nun Kafka'sı olarak nitelendirilen Sadık Hidayet, yakın zamanda okuma niyetim olmamasına rağmen aklımın çelinmesi üzerine okumaya başlayıp, ilginç bulduğum bir yazar oldu.






Kitaptan bahsedecek olursam, 9 öykü 9 ayrı tat demek isterim.

Birbirinden oldukça farklı ruh halleri içeren öykülerdi okuduğum. Ufak ufak bahsetmek gerekirse;

DİRİ GÖMÜLEN: Kitaba adını veren ve en çok beğendiğim öyküsü oldu kitabın. (Benim melankoli sever ruhuma da lanet olsun.) Ölümü istemek, ölüme sevdalanmak kelimelere böyle güzel dökülmemeliydi Sayın Hidayet. Öykünün sonunda karakterin ölüm şeklinin Sadık Hidayet'in ölüm şekline benzemesi de dikkatimden kaçmadı.





HACI MURAT: Burada toplumda kadına bakış açısı nasıl bunu anlatmak istemiş sanırsam yazar. Adamın çocuk veremediği için karısını boşamayı düşünmesi ama Tanrının bir bildiği vardır deyip de boşanmaması buna rağmen hıncını kadını döve döve çıkartması... Bir de kara çarşaf olayını tiye almış sanki. :)

















KAMBUR DAVUD: Yine ölüm, dışlanmışlık ve kendini toplumdan soyutlama temalı bir öyküydü. Sevgisizlik de vardı tabi.



ABACI HANIM: Biri güzel biri çirkin iki kız kardeşin anlatıldığı öykü. Aslında kızın birisi belki de çirkin değil de ailesi ve yakınları tarafından buna öyle inandırılıyor ki kardeşine göre daha gösterişsiz kaldığından kendisi de dahil herkes çirkin olduğuna inanıyor. Duyguları çok güzel hissettirdiği öykülerden birisi de buydu. Dışlanmışlığı, kıskançlığı ve hüznü anlatan, içinde ölüm barındıran (şaşmaz) öykü.






ÖLÜ YİYENLER: Ölünün arkasından atıp tutan, daha cenaze defnedilmeden mallarını paylaşma derdine düşen eşleri anlatan öyküydü. Sonu beklenmedik ve esprili bitti. :)




HAYAT SUYU: Kitabın en farklı tarzdaki öyküsü diyebilirim. Masal tadında hırs, kibir ve açgözlülük kötüdür; iyilik yapan her zaman güzelliklerle karşılaşır dersini veren çok tatlı bir masalsı hikâye okudum.







Tavsiye eder miyim? Bilmiyorum... Ben sevdim, hoş bir tat bıraktı fakat beklentinin çok yüksek tutulmaması kanaatindeyim. :)

Herkese iyi okumalar...

Gerhart Hauptmann Hakkında Bir Özetleme

1 yıl olmuş neredeyse buralara uğramayalı..  Gerhart Hauptmann 'ın Dokumacılar kitabını okuyup, yazarın biyografisinden çok etkilendi...

Diri Gömülen