21 Mart 2018 Çarşamba

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı


Dün değil, önceki gün. Dün de bir günlük geride…




Kazdıkça daha derine gittiği için mi nedir, Karasu'nun her kitabı üzerine tezler yazılmış, bir kitap kadar irdelemeler çıkarılmış. Ben zaten normal bir kitap okuduğumda incelemeyi kısa tutamayan birisiyim, kısa tutmaya çalıştığım nacizane incelemem için buyurun cenaze namazına… :)

Karasu için spoiler vermek mümkün mü bilmiyorum ama ben kitabın genel akışından birazcık bahsetmiş olabilirim. Fakat tamamı imgelerle, metaforlarla, sembolik anlatımla dolu bir kitabın okunmasından alınacak tadı kaçıracak bir bilgi vermedim diye düşünüyorum.

Kendisiyle bir “Ada”da tanıştığım, yazılmış en güzel karakterlerden birisi... Andronikos... Manastırda keşiş...

Bir gün bir karar alınır manastırda. İmparator’un buyruğuna göre, resimler karşısında tapınmak putatapıcılıktır, bu nedenle resimler kaldırılacak, bundan sonra inanç resimsiz olacaktır.


“Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu.”

Manastır yıllardır tapındığı dini reddedip yeni bir din benimsemek isteyince, istemekle kalmayıp baskıya başlayınca Andronikos sorgulamaya başlıyor; manastırdan kaçmayı düşünüyor, kaçmalı, kaçıyor... Çünkü yıllardır resimler karşısında tapınmıştır, yeni inancı kabul ederse yıllardır kendisini de kandırmış olduğunu kabul etmek zorundadır, kabul etmekle kalmayıp bu bilgiyle yaşamını sürdürmek zorundadır. Sonuçta inanç içsel bir şey, içten içe yanlışlığını bildiği şeye inanmayı nasıl devam ettirebilir?

İlk bölümde Andronikos'un manastırın baskısının yanlış olduğunu değerlendirmesini, doğru ve yanlışı gözden geçirmesini, kendisiyle ve öğretileri ile iç çatışmasını okuyoruz. Bundan önce neydi, ne kadarı kendi iradesi ne kadarı öğretilmiş yaşayıştı, bundan sonra neyi nasıl yapmalıydı. İnandıklarına gerçekten inanıyor mu, inanıyormuşçasına kendini mi kandırıyor, kendisine de yalan mı söylüyordu.

Hayatı ilk kez öğreniyor gibi etrafı incelemesini; çevresindeki dünyayı, kendisini, dini değerleri ve eski ile yeni ilişkisini irdelemesini gözlemliyoruz. Gözlemliyoruz diyorum çünkü Karasu'nun şiirsel anlatışı bizi de direk kitabın bir parçası haline sokarak, kurmacayı adım adım izlememize olanak sunuyor. Kürekleri Andronikos'la birlikte çekip kıyıya beraber varıp, izleyeceğimiz yola beraber karar veriyoruz. Karakter düşüncelerini, hislerini yol boyunca paylaşıyor bizimle. Karasu direk bizimle bağ kurarak, bizi yani okuru özne konumuna getiriyor. Böylece Andronikos aracılığıyla aslında kendimizi sorgular duruma geliyoruz.

Tıpkı “Gece” deki karakter gibi, Andronikos da gücü elinde tutan, buyurgan, dayatma yapan erklerle mücadele ediyor. Fakat bu mücadele eylemsel değil de içsel yine. Hatta kahramanlık sorgulanıyor, inancı sebebiyle zindana atılmaktan bile korkan, bu sebepten kaçan kişi kahraman sayılır mı? Bükemediği bilekten kaçan kahraman mı olur?


Karasu kitaplarında (en azından şimdiye dek okuduğum 3 kitabında) zaman tam belirgin değildir. Bu kitapta da yine iç içe geçmiş farklı zamanlar okuyoruz fakat yine belirgin bir zaman yok. Sanki geçmişten – bugüne, geçmişten-geleceğe, bugünden geleceğe, bugünden –geçmişe bakar gibiyiz okurken. (İyice Karasu’ya bağladım.) Andronikos bizi bir manastıra, bir kaçışına, bir içinde bulunduğu ana sürükler; hatta bazen belirsiz geleceğe… Öykünün başında bahsedilen bir olay öykü ilerledikçe, karakterler geçmişe dönüp baktıkça, zihninde sorgulamalar yaptıkça detaylanarak tamamlanır.

Kitabın ilk başında Andronikos’un tepeye tırmanırkenki sorgulamaları esnasında ağzının çarpılması ile manastırda bunun gülmek sayılacağını hatırlaması, yani yasak bir eylem sayıldığı kısım bana Gülün Adı’nı hatırlattı. Bu bölümde ilk kaçtığı sırada Andronikos “Her yer o kadar sessiz ki” diye geçiriyor içinden, ben de sorguluyorum etraftaki sesler olmayınca insanın düşüncelerinin gürültüsüne katlanması daha mı güçleşiyor Andronikos?

Ada bölümünün son kısmındaki Leylek göçü, Andronikos’un bununla kendi göçünü benzeştirmesi, yoldan çıkan leyleklerin yola sokuluşu ile verilen imge müthişti.



Bir “Tepe”ye tırmanırken rastladığımız Ioakim ise kabullenişi, susuşu temsil eder. Eski inanışın değiştirilmesine karşı çıkmamış, yeni inancı kabullenmiş, Andronikos’un yanında olmamıştır. Andronikos’a yapılan işkence karşısında sadece susması, masum olduğunu bildiği halde hiçbir şey yapmamış olması sebebiyle yıllardır vicdan muhasebesi yaptığını çıkartıyoruz, Tepe öyküsünü okurken. Artık 70 yaşında yaşlı bir adamın yaşadıklarını ve pişmanlıklarını gözden geçirmesini okuyoruz.

Andronikos, öldükten sonra resimli inanç geri gelmiş, bu sefer de buna dönülmesi için baskı başlamıştır. Bu noktada ise yine kaçışlar başlamış, Andronikos kaçmakla, kaçma fikrinin temsilcisi olarak kahraman haline gelmiştir. Kaçmasıyla, kaçanların kahramanı olmuştur diyebiliriz.

Bu kısımda yine Kılavuz’da olduğu gibi anıların üstü örtülü gibidir. Ioakim anılarını bir sisin içinde arar gibidir, bu yaşlanmış olmasından mı yoksa unutmak istemiş olmasında mı emin olamadım, zaten Karasu söz konusu olunca bir cümlenin altında 10 farklı anlam arayıp, 20 farklı anlam çıkarmak da mümkün. Yine dikkatimi çeken başka bir benzerlik Kılavuz’da Uğur, doğrudan bir bağlantısı olmasa da dolaylı yoldan sebep olduğu fikrinden dolayı, Bülent’in ölümüyle ilgili bir vicdan azabı içindeydi; USBGA’da da aynı vicdan azabı bağlantısını Ioakim ve Andronikos arasında görüyoruz. Bu olayın detayları da iki kitapta da zorlukla hatırlanıyordu. Kitabın içinde üstü kapalı anlatılmış, gizlenmiş homoseksüel ilişki de bir başka ana benzerlik.



Neyse ne diyordum. Ioakim kaçar, Bizans’tan Roma’ya gider, orada başpapazdan inancını sürdürmek istediği bir yer talep eder, otuz yıl kadar bu tapınakta çömezleriyle birlikte yaşar, bir gün Bizans’tan bir ulak gelir ve yeni imparatorun yasaları gevşetmekte olduğunu belki de kaldırılacağını haber verir. Sanırım bu haberle birlikte Andronikos’un yaptığı eylem aklına geliyor ve kahramanlık sorgulamasıyla geçmişini yeniden gözden geçiriyor. Çağrışımla sürekli farklı farklı zamanlara dair olayları okuyoruz, böylece ”Ada” kısmında ya da “Tepe” öyküsünün başlangıcında eksik kalan yerler bir bir tamamlanmaya başlıyor. Yani Andronikos’un geri dönüşünün sonrasında başına neler geldiği ve Ioakim’in geçmişten bu ana yaşadıkları, yaptıkları çerçevesinde toplumdaki değişimi gözlemliyoruz.

Bununla birlikte Ioakim birden eski inanç serbest hale gelince direniş simgesi olarak kendi tapınağının yükseltileceğini ve kahramana dönüşeceğini fark eder, üstelik kahraman olmaktan onca zaman kaçınmıştır.(Tilki’yi öldürmesinden bu zamana…) Ioakim geçmişini gözden geçirip, hesabını tamamladığında, yıllar önce Andronikos’un masumluğunu savunup kahraman olmak yerine susup korkak olmayı seçmenin verdiği ağırlığı kabullenir ve artık ölmeyi istemektedir. Böylece yıllardır taşıdığı bu yükün ağırlığından kurtulacaktır.

“Ölümün güçlüğünü biliyor. İnsan bütün suçlarının, günahlarının yükünü taşır da taşır. Üstelik, bu suçları, günahları, insanların da, Tanrının da bağışlamayacağını oldukça genç yaşta öğrenir ama neden sonra inanmağa başlar öğrendiklerine, neden sonra kabul etmeğe başlar öğrendiklerini. Ölmez. Ölemez. Yükünün altında ezilir utancından.
Güçsüzlüğünden.”

Ada ve Tepe bir nevi birbirini tamamlayan, aydınlatan öykülerdir diyebiliriz. Ada ile başladığımız manastır, kaçış, yol, arayış, inanç, sorgulama kavramları Tepe’de tamamlanır diyebiliriz. Hem Andronikos hem Ioakim kendi yolculuklarıyla, ki bu yolculuk hem gözlemlenebilen gerçek bir yolculuk hem de karakterlerin, onlar üzerinden kendimizin, kaçışların vardığı yolların, kaçışların etki ettiği olayların sorgulandığı bir yolculuktur. İki öykü de birbirlerine baskı açısından bakan iki farklı bakış açısıdır diyebiliriz.

Dutlar öyküsü ise manastırdaki kahramanlarımızdan bağımsız gibi gözükse de özünde yine baskı ve zulüm olması bakımından diğer öykülerle bağ kurar. Yüzyıllar sonrasında hala baskı, şiddet, zulüm kişi üzerinde etkisini sürdürmektedir. Tıpkı bir ay içinde iki kez yaprak veren Dut ağacı gibi.

Öyküde anlatıcı olayı yaşayan değil, gözlemleyendir. Acabalarımın üzerine ufak çaplı bir bakınma yapınca anlatılan 1960’lı yıllar, Demokrat Parti dönemi ve mekan da Ankara. Burada dutlar, tırtıllar, yağmur ve mazot hep metafor olarak kullanılmış, zaten Bilge Karasu’nun anlatım tarzından da beklenen bu olmalı.

Öykünün sonunda Andronikos’un kaçtığı zamanda Ada’daki tepeden yakılan resimleri görmesine atıfta bulunularak, dut ağacındaki tırtılların belki de mazotla değil ateşle temizlenebileceğini söylüyor. "

Kitapta ara ara Gece kitabındakine benzer bir anlatıcı yöntemi var, yani anlatıcı karakterin kendisi mi, yoksa 3.bir dış gözlemci de onunla birlikte mi anlatıyor, hafızası onu yanıltıyor mu yoksa yazar bizimle oyun mu oynuyor birbirinde harmanlanmış.

Koca koca tarihsel olayları böyle ufak tefek metaforlarla ya da eşyalar üzerine yükleyerek (radyo, dut ağaçları gibi ya da çalan şarkının değişmesi gibi) anlatabilmesi Karasu’nun dile, tarihe ve yaşadığı çağın gündemine ne kadar hakim olduğunun göstergesi değil mi? Bir olayı öncesi, şimdisi ve muhtemel sonrası ile birlikte vermesi, bunu da şiirsel bir dille anlatması için bir şey dememe gerek yok. (Çooğ güzeeeğğll.)

“Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş, kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak başlangıçtan, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak için...”


Kitapta zaman, her zaman düz bir çizgide ilerlemeyip, ani geçişlerle ve geriye-ileriye bakışlarla şimdiden geçmişe veya olaydan düşüncelere geçtiği için başlangıçta bu anlatım biraz zorlayabilir sizi, fakat bu anlatıma alıştığınızda Karasu okumak size soğuk bir kış günü sıcacık battaniyenin altında kitap okurken sizi saran rehavet gibi yumuşak ve tatlı bir duygu verecektir. Tadını çıkarın… :)


14 Mart 2018 Çarşamba

Sadık Hidayet - Hacı Ağa


Kim bu Hacı Ağa? Bilmiyor musunuz? Biraz zorlayın hafızanızı… Hadiii… Biz bizeyiz burada. Bildiniz mi şimdi? Evet hepimiz çok iyi tanıyoruz onu. Çok bilindik, çok tanıdık. Benim işverenim, senin müdürün, diğerinin komşusu, bir diğerinin akrabası, ötekinin iş arkadaşı...

Biliyorsunuz işte… Hani üç kuruş da olsa menfaat için yapmadığı yalakalık kalmayan, makam mevki için girmeyeceği kılık olmayan, klavye başında vatan millet diye yağdırıp milletine en büyük zararı vereni alkışlayan, bakara makara dini sömürüp Allah adı dilinden düşmeyen, lafa gelince mangalda kül bırakmayıp arkanızı döndüğünüz anda sırtınızdan vuran delikanlılar…

Sadık Hidayet’in bu kitabı yazdığı 1945’lerden bu zamana ne kadar az şey değişmiş. Adam kayırma, yalan, dini sömürü, kişisel çıkarlarını her şeyin önünde tutan yöneticiler, her şekle ve fikre kolayca girebilen riyakarlar dört bir yanımızı sarmış durumda.

Kitap gerçekten çok cesurca yazılmış, muhteşem bir hiciv. Sömürünün her türlüsünü, ikiyüzlülüğün her çeşidini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalışmış Sadık Hidayet. Başta tiyatro sahnesi gibi gitse de ilerledikçe, hikayeye sürekli yeni karakterler girip çıkması hatta bunların Rus öykülerini aratmayacak derecede yabancı isimde olması okumayı zorlaştırmadı ve sıkmadı desem yalan söylemiş olurum. (Biz Allahtan korkarız !! Tövbe!!! 😃) Fakat son 15 sayfası muhteşemdi, şair ve Hacı Ağa'nın kısımlarında içimin yağları eridi. Şair üzerinden İran yönetimine bütün öfkesini kusmuş, sonra da Hacı üzerinden İran halkına uyanış çağrısı yapmış Sadık Hidayet. (Anlayana… )

Gelelim şu Hitler Müslümanmış mevzuuna.

"Hitler'in müslüman olduğu söyleniyor. Kolunda "Lâilaheillallah" yazıyormuş." (Hacı Ağa, YKY, Syf 37.)

1945 yılında İran ileri gelenlerinin Hitler Sevdası varmış, yazar da buna atıfta bulunmak istemiş zannımca kitapta. Hitler İslam dünyası ile ittifak kurmak istemiş. Hitler Müslüman mevzusunu da araştırdım fakat bizim Kadir Mısıroğlu’nun içi boş iddialarından birisi. Ancak Hitler’in Müslümanlığa sempatisi olduğuna dair de şöyle bir açıklama buldum. Hristiyanlığın “Sana tokat atıldığında, diğer yanağını da çevir.” öğretisi olan merhamet teması Nazizm ile uymadığı için İslam’ın asker yetiştirme potansiyelini yani aslında cihad sevdasını sempatik buluyor diyebiliriz.




İran –Hitler ilişkisini mantığa oturtabilecek şöyle bir anekdot vardı. “Her iki grup da Yahudilerden, Bolşeviklerden ve liberal demokrasiden nefret ediyordu. Ayrıca İslam, Hitler'in anahtar ilkelerinden biri olan aile kavramına odaklanıyordu. Bu düşüncenin benimsenmesi durumunda ari ırkın devamı da otomatik sağlanabilirdi.”



Neyse çok ciddiye bağladık, Hacı Ağaların sonunun geleceğine inanmıyorum, çünkü her devirde herhangi bir şeye olan ihtiyacı olan insanlar bunlara prim vermeye devam edeceklerdir. İncelemeyi SH’nin kitabın sonuna yazdığı satırlarla; ve konuyla pek alakası olmamasına rağmen aklımda dönüp duran bir şarkıyla bitirmek istiyorum.

“Okuyandan bir dua umarım;
Çünkü ben kulunuz günahkârım.”

13 Mart 2018 Salı

Sadık Hidayet - Diri Gömülen


İran'ın buhranlı, depresif yazarı diye nam salmış Sadık Hidayet'in bu ilk öykü kitabı yazarın 1903 - 1951 yıllarında yazdığı öyküleri içermektedir. Özellikle "Diri Gömülen" öyküsünde, daha sonraları yazdığı başyapıtı "Kör Baykuş" romanına ait izlekleri bulabiliriz.


Modern İran edebiyatının önde gelen yazarlarından sayılan, Doğu'nun Kafka'sı olarak nitelendirilen Sadık Hidayet, yakın zamanda okuma niyetim olmamasına rağmen aklımın çelinmesi üzerine okumaya başlayıp, ilginç bulduğum bir yazar oldu.






Kitaptan bahsedecek olursam, 9 öykü 9 ayrı tat demek isterim.

Birbirinden oldukça farklı ruh halleri içeren öykülerdi okuduğum. Ufak ufak bahsetmek gerekirse;

DİRİ GÖMÜLEN: Kitaba adını veren ve en çok beğendiğim öyküsü oldu kitabın. (Benim melankoli sever ruhuma da lanet olsun.) Ölümü istemek, ölüme sevdalanmak kelimelere böyle güzel dökülmemeliydi Sayın Hidayet. Öykünün sonunda karakterin ölüm şeklinin Sadık Hidayet'in ölüm şekline benzemesi de dikkatimden kaçmadı.





HACI MURAT: Burada toplumda kadına bakış açısı nasıl bunu anlatmak istemiş sanırsam yazar. Adamın çocuk veremediği için karısını boşamayı düşünmesi ama Tanrının bir bildiği vardır deyip de boşanmaması buna rağmen hıncını kadını döve döve çıkartması... Bir de kara çarşaf olayını tiye almış sanki. :)

















KAMBUR DAVUD: Yine ölüm, dışlanmışlık ve kendini toplumdan soyutlama temalı bir öyküydü. Sevgisizlik de vardı tabi.



ABACI HANIM: Biri güzel biri çirkin iki kız kardeşin anlatıldığı öykü. Aslında kızın birisi belki de çirkin değil de ailesi ve yakınları tarafından buna öyle inandırılıyor ki kardeşine göre daha gösterişsiz kaldığından kendisi de dahil herkes çirkin olduğuna inanıyor. Duyguları çok güzel hissettirdiği öykülerden birisi de buydu. Dışlanmışlığı, kıskançlığı ve hüznü anlatan, içinde ölüm barındıran (şaşmaz) öykü.






ÖLÜ YİYENLER: Ölünün arkasından atıp tutan, daha cenaze defnedilmeden mallarını paylaşma derdine düşen eşleri anlatan öyküydü. Sonu beklenmedik ve esprili bitti. :)




HAYAT SUYU: Kitabın en farklı tarzdaki öyküsü diyebilirim. Masal tadında hırs, kibir ve açgözlülük kötüdür; iyilik yapan her zaman güzelliklerle karşılaşır dersini veren çok tatlı bir masalsı hikâye okudum.







Tavsiye eder miyim? Bilmiyorum... Ben sevdim, hoş bir tat bıraktı fakat beklentinin çok yüksek tutulmaması kanaatindeyim. :)

Herkese iyi okumalar...

Gerhart Hauptmann Hakkında Bir Özetleme

1 yıl olmuş neredeyse buralara uğramayalı..  Gerhart Hauptmann 'ın Dokumacılar kitabını okuyup, yazarın biyografisinden çok etkilendi...

Diri Gömülen