Dün değil, önceki gün. Dün de bir günlük geride…
Kazdıkça daha derine gittiği için mi nedir, Karasu'nun her
kitabı üzerine tezler yazılmış, bir kitap kadar irdelemeler çıkarılmış. Ben
zaten normal bir kitap okuduğumda incelemeyi kısa tutamayan birisiyim, kısa
tutmaya çalıştığım nacizane incelemem için buyurun cenaze namazına… :)
Karasu için spoiler vermek mümkün mü bilmiyorum ama ben
kitabın genel akışından birazcık bahsetmiş olabilirim. Fakat tamamı imgelerle,
metaforlarla, sembolik anlatımla dolu bir kitabın okunmasından alınacak tadı
kaçıracak bir bilgi vermedim diye düşünüyorum.
Kendisiyle bir “Ada”da tanıştığım, yazılmış en güzel
karakterlerden birisi... Andronikos... Manastırda keşiş...
Bir gün bir karar alınır manastırda. İmparator’un buyruğuna
göre, resimler karşısında tapınmak putatapıcılıktır, bu nedenle resimler
kaldırılacak, bundan sonra inanç resimsiz olacaktır.
“Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya
dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu.”
Manastır yıllardır tapındığı dini reddedip yeni bir din
benimsemek isteyince, istemekle kalmayıp baskıya başlayınca Andronikos
sorgulamaya başlıyor; manastırdan kaçmayı düşünüyor, kaçmalı, kaçıyor... Çünkü
yıllardır resimler karşısında tapınmıştır, yeni inancı kabul ederse yıllardır
kendisini de kandırmış olduğunu kabul etmek zorundadır, kabul etmekle kalmayıp
bu bilgiyle yaşamını sürdürmek zorundadır. Sonuçta inanç içsel bir şey, içten
içe yanlışlığını bildiği şeye inanmayı nasıl devam ettirebilir?
İlk bölümde Andronikos'un manastırın baskısının yanlış
olduğunu değerlendirmesini, doğru ve yanlışı gözden geçirmesini, kendisiyle ve
öğretileri ile iç çatışmasını okuyoruz. Bundan önce neydi, ne kadarı kendi
iradesi ne kadarı öğretilmiş yaşayıştı, bundan sonra neyi nasıl yapmalıydı.
İnandıklarına gerçekten inanıyor mu, inanıyormuşçasına kendini mi kandırıyor,
kendisine de yalan mı söylüyordu.
Hayatı ilk kez öğreniyor gibi etrafı incelemesini;
çevresindeki dünyayı, kendisini, dini değerleri ve eski ile yeni ilişkisini
irdelemesini gözlemliyoruz. Gözlemliyoruz diyorum çünkü Karasu'nun şiirsel
anlatışı bizi de direk kitabın bir parçası haline sokarak, kurmacayı adım adım
izlememize olanak sunuyor. Kürekleri Andronikos'la birlikte çekip kıyıya
beraber varıp, izleyeceğimiz yola beraber karar veriyoruz. Karakter
düşüncelerini, hislerini yol boyunca paylaşıyor bizimle. Karasu direk bizimle
bağ kurarak, bizi yani okuru özne konumuna getiriyor. Böylece Andronikos
aracılığıyla aslında kendimizi sorgular duruma geliyoruz.
Tıpkı “Gece” deki karakter gibi, Andronikos da gücü elinde
tutan, buyurgan, dayatma yapan erklerle mücadele ediyor. Fakat bu mücadele
eylemsel değil de içsel yine. Hatta kahramanlık sorgulanıyor, inancı sebebiyle
zindana atılmaktan bile korkan, bu sebepten kaçan kişi kahraman sayılır mı?
Bükemediği bilekten kaçan kahraman mı olur?
Karasu kitaplarında (en azından
şimdiye dek okuduğum 3 kitabında) zaman tam belirgin değildir. Bu kitapta da
yine iç içe geçmiş farklı zamanlar okuyoruz fakat yine belirgin bir zaman yok.
Sanki geçmişten – bugüne, geçmişten-geleceğe, bugünden geleceğe, bugünden
–geçmişe bakar gibiyiz okurken. (İyice Karasu’ya bağladım.) Andronikos bizi bir
manastıra, bir kaçışına, bir içinde bulunduğu ana sürükler; hatta bazen
belirsiz geleceğe… Öykünün başında bahsedilen bir olay öykü ilerledikçe,
karakterler geçmişe dönüp baktıkça, zihninde sorgulamalar yaptıkça detaylanarak
tamamlanır.
Kitabın ilk başında Andronikos’un tepeye tırmanırkenki
sorgulamaları esnasında ağzının çarpılması ile manastırda bunun gülmek
sayılacağını hatırlaması, yani yasak bir eylem sayıldığı kısım bana Gülün
Adı’nı hatırlattı. Bu bölümde ilk kaçtığı sırada Andronikos “Her yer o kadar
sessiz ki” diye geçiriyor içinden, ben de sorguluyorum etraftaki sesler
olmayınca insanın düşüncelerinin gürültüsüne katlanması daha mı güçleşiyor
Andronikos?
Ada bölümünün son kısmındaki Leylek göçü, Andronikos’un
bununla kendi göçünü benzeştirmesi, yoldan çıkan leyleklerin yola sokuluşu ile
verilen imge müthişti.
Bir “Tepe”ye tırmanırken rastladığımız Ioakim ise
kabullenişi, susuşu temsil eder. Eski inanışın değiştirilmesine karşı çıkmamış,
yeni inancı kabullenmiş, Andronikos’un yanında olmamıştır. Andronikos’a yapılan
işkence karşısında sadece susması, masum olduğunu bildiği halde hiçbir şey
yapmamış olması sebebiyle yıllardır vicdan muhasebesi yaptığını çıkartıyoruz,
Tepe öyküsünü okurken. Artık 70 yaşında yaşlı bir adamın yaşadıklarını ve
pişmanlıklarını gözden geçirmesini okuyoruz.
Andronikos, öldükten sonra resimli inanç geri gelmiş, bu
sefer de buna dönülmesi için baskı başlamıştır. Bu noktada ise yine kaçışlar
başlamış, Andronikos kaçmakla, kaçma fikrinin temsilcisi olarak kahraman haline
gelmiştir. Kaçmasıyla, kaçanların kahramanı olmuştur diyebiliriz.
Bu kısımda yine Kılavuz’da olduğu gibi anıların üstü örtülü
gibidir. Ioakim anılarını bir sisin içinde arar gibidir, bu yaşlanmış
olmasından mı yoksa unutmak istemiş olmasında mı emin olamadım, zaten Karasu
söz konusu olunca bir cümlenin altında 10 farklı anlam arayıp, 20 farklı anlam
çıkarmak da mümkün. Yine dikkatimi çeken başka bir benzerlik Kılavuz’da Uğur,
doğrudan bir bağlantısı olmasa da dolaylı yoldan sebep olduğu fikrinden dolayı,
Bülent’in ölümüyle ilgili bir vicdan azabı içindeydi; USBGA’da da aynı vicdan
azabı bağlantısını Ioakim ve Andronikos arasında görüyoruz. Bu olayın detayları
da iki kitapta da zorlukla hatırlanıyordu. Kitabın içinde üstü kapalı
anlatılmış, gizlenmiş homoseksüel ilişki de bir başka ana benzerlik.
Neyse ne diyordum. Ioakim kaçar, Bizans’tan Roma’ya gider,
orada başpapazdan inancını sürdürmek istediği bir yer talep eder, otuz yıl
kadar bu tapınakta çömezleriyle birlikte yaşar, bir gün Bizans’tan bir ulak
gelir ve yeni imparatorun yasaları gevşetmekte olduğunu belki de
kaldırılacağını haber verir. Sanırım bu haberle birlikte Andronikos’un yaptığı
eylem aklına geliyor ve kahramanlık sorgulamasıyla geçmişini yeniden gözden
geçiriyor. Çağrışımla sürekli farklı farklı zamanlara dair olayları okuyoruz,
böylece ”Ada” kısmında ya da “Tepe” öyküsünün başlangıcında eksik kalan yerler
bir bir tamamlanmaya başlıyor. Yani Andronikos’un geri dönüşünün sonrasında
başına neler geldiği ve Ioakim’in geçmişten bu ana yaşadıkları, yaptıkları
çerçevesinde toplumdaki değişimi gözlemliyoruz.
Bununla birlikte Ioakim birden eski inanç serbest hale
gelince direniş simgesi olarak kendi tapınağının yükseltileceğini ve kahramana
dönüşeceğini fark eder, üstelik kahraman olmaktan onca zaman
kaçınmıştır.(Tilki’yi öldürmesinden bu zamana…) Ioakim geçmişini gözden
geçirip, hesabını tamamladığında, yıllar önce Andronikos’un masumluğunu savunup
kahraman olmak yerine susup korkak olmayı seçmenin verdiği ağırlığı kabullenir
ve artık ölmeyi istemektedir. Böylece yıllardır taşıdığı bu yükün ağırlığından
kurtulacaktır.
“Ölümün güçlüğünü biliyor. İnsan bütün suçlarının,
günahlarının yükünü taşır da taşır. Üstelik, bu suçları, günahları, insanların
da, Tanrının da bağışlamayacağını oldukça genç yaşta öğrenir ama neden sonra
inanmağa başlar öğrendiklerine, neden sonra kabul etmeğe başlar öğrendiklerini.
Ölmez. Ölemez. Yükünün altında ezilir utancından.
Güçsüzlüğünden.”
Ada ve Tepe bir nevi birbirini tamamlayan, aydınlatan
öykülerdir diyebiliriz. Ada ile başladığımız manastır, kaçış, yol, arayış,
inanç, sorgulama kavramları Tepe’de tamamlanır diyebiliriz. Hem Andronikos hem
Ioakim kendi yolculuklarıyla, ki bu yolculuk hem gözlemlenebilen gerçek bir
yolculuk hem de karakterlerin, onlar üzerinden kendimizin, kaçışların vardığı
yolların, kaçışların etki ettiği olayların sorgulandığı bir yolculuktur. İki
öykü de birbirlerine baskı açısından bakan iki farklı bakış açısıdır
diyebiliriz.
Dutlar öyküsü ise manastırdaki kahramanlarımızdan bağımsız
gibi gözükse de özünde yine baskı ve zulüm olması bakımından diğer öykülerle
bağ kurar. Yüzyıllar sonrasında hala baskı, şiddet, zulüm kişi üzerinde
etkisini sürdürmektedir. Tıpkı bir ay içinde iki kez yaprak veren Dut ağacı
gibi.
Öyküde anlatıcı olayı yaşayan değil, gözlemleyendir.
Acabalarımın üzerine ufak çaplı bir bakınma yapınca anlatılan 1960’lı yıllar,
Demokrat Parti dönemi ve mekan da Ankara. Burada dutlar, tırtıllar, yağmur ve
mazot hep metafor olarak kullanılmış, zaten Bilge Karasu’nun anlatım tarzından
da beklenen bu olmalı.
Öykünün sonunda Andronikos’un kaçtığı zamanda Ada’daki
tepeden yakılan resimleri görmesine atıfta bulunularak, dut ağacındaki
tırtılların belki de mazotla değil ateşle temizlenebileceğini söylüyor. "
Kitapta ara ara Gece kitabındakine benzer bir anlatıcı
yöntemi var, yani anlatıcı karakterin kendisi mi, yoksa 3.bir dış gözlemci de
onunla birlikte mi anlatıyor, hafızası onu yanıltıyor mu yoksa yazar bizimle
oyun mu oynuyor birbirinde harmanlanmış.
Koca koca tarihsel olayları böyle ufak tefek metaforlarla ya
da eşyalar üzerine yükleyerek (radyo, dut ağaçları gibi ya da çalan şarkının
değişmesi gibi) anlatabilmesi Karasu’nun dile, tarihe ve yaşadığı çağın
gündemine ne kadar hakim olduğunun göstergesi değil mi? Bir olayı öncesi,
şimdisi ve muhtemel sonrası ile birlikte vermesi, bunu da şiirsel bir dille
anlatması için bir şey dememe gerek yok. (Çooğ güzeeeğğll.)
“Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla
birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç
değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş,
kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak
başlangıçtan, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir
şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak
için...”
Kitapta zaman, her zaman düz bir çizgide ilerlemeyip, ani
geçişlerle ve geriye-ileriye bakışlarla şimdiden geçmişe veya olaydan
düşüncelere geçtiği için başlangıçta bu anlatım biraz zorlayabilir sizi, fakat
bu anlatıma alıştığınızda Karasu okumak size soğuk bir kış günü sıcacık
battaniyenin altında kitap okurken sizi saran rehavet gibi yumuşak ve tatlı bir
duygu verecektir. Tadını çıkarın… :)